Yakın zamanların “Evliya Çelebi”si

Ahmet Süheyl Ünver’in “Bursa defterleri”

 “Vasiyetnamem
Beni sakın öldü sanmayın. Bütün hayatımın yaşanmış seneleri Süleymaniye Kütüphanesi’nde Türk kültürü arşivimle binlerce not ve hatıra defterlerimin içinde. Mündericat ve resimlerim emirlerinize amade. Ben hayatımda tanrımın lütfu, büyüklerim, eş ve dostlarımın teveccüh ve dualarıyla cidden bahtiyar bir ömür sürdüm, darısı dostlar başına. Benim için konuşmalar yapmağa lüzum yok. Ama Süleymaniye ve Ankara’da arşivimden programlı uğraşıların lüzumuna dair konuşun. Kabir ziyaretlerine lüzum yok. Benim yazdıklarımdan da bahsetmeyin. Seçtiğim konular üzerine laf olsun diye konuşmayın. Onları ve şimdiye kadar akıl edemeyerek üzerinde duramadığım ilginç konularımı bensiz olarak benimseyin. Boş vakit geçirmeyip benim gibi her şeyi değerlendirin. İnanın ki diğer insanları bıktıracak kadar çok yaşarsınız. Boş geçen her vakit sizleri ölüme götürür. Acıyın kendinize.
Ahmet Süheyl Ünver.”

 “…Mum ışıkları ile dıştan içeri girdik. Bölmeli ve tonozlu hücreler. Çelebi Sultan Mehmed’in hücresine geldik… Sanduka ve cesetler çürümüş. Tabut çivileri erimiş bir pas halinde… Çelebi’nin bel kemikleri ve yanlarında kaburga izleri. Siyaha yakın bir toprak zeminde tebeşirle çizilmiş gibi. İşte beş asır sonra Çelebi’den kalan…”

Kendi kendine konuşana neden deli denir? Bazen kendine anlatacak ne çok şeyi vardır oysa insanın. İnsan, kendi kendisi ile sık sık konuşsa iyidir hatta. İyidir hiç değilse ara sıra sık sık sorsa kendisine, “ben, kentim için şimdiye kadar ne yaptım” diye. Sadece kendisi için yaşayıp da hayatı boyunca kenti için hiçbir şey yapmayanları ne yapmalı bilemiyorum. Bazı sabahlar aklında kenti için iyiliklerle, güzelliklerle uyananları ve bunları hevesle uygulamaya koyanları çok seviyorum. Ben kendi kendine konuşanlara da, taşının tepesinin üstüne oturup kendi kenti ile konuşanlara da deli demiyorum. Kimileri sahiden de delice işler yapıyorlar, doğru; kimileri aklı başında olanların asla cesaret edemeyeceği kadar büyük yükler altına giriyorlar kendi kentleri için, doğru; kimileri kendi hayalinin peşinden gidemiyor bir türlü, kenti için kurduğu hayali gerçekleştirmekten zaman bulamadığından, doğru; bunları neden yaptıklarını değil, nasıl, kalplerindeki hangi zenginlikle yaptıklarını hep merak ediyorum hep. Hayatta sadece kendine hayran onca insan, kentine hiçbir faydası olmadan yaşayıp giderken, kentinin her santimetrekaresine hayran kişiler sayesinde biz farkında bile olmadan daha kolay daha güvende daha keyifli yaşıyoruz. Bir kent için bir şey yapmayı gözümüzde çok büyütüyoruz. Oysa sadece alsak kalemi elimize, bir küçük deftere yaşadığımız kentin bizim yaşadığımız zamanlardaki halini not etsek; kendi kentimizin mirasına ne kadar değerli bir hazine bırakmış oluruz. Tıp hocası, tıp tarihçisi, sanat tarihçisi, minyatür ustası, tezhip ustası, ebruzen, ressam, yazar, öğretmen bir hezarfen Süheyl Ünver… Onun başka pek çok kent için yaptığı gibi Bursa için de samimiyetle, hassasiyetle defterlerine aldığı notlardan, kendi kendimize baktıysak da göremediğimiz Bursa’yı okuyoruz şimdi. Süheyl Ünver, 17 Şubat 1898’de İstanbul’da doğdu, İstanbul’un muhteşem o medeniyetten kalan mimarisi onun çocukluğunun oyun bahçesi oldu. Osmanlının son dönemleri, onun hayatının ilk dönemleriydi. Savaş çıktı, muazzam bir mimari yerle bir oldu ve bir anda yeniden yapılanma dönemi geldi. Süheyl Ünver, etrafının değiştiğinin, bir toplumun karakterini oluşturan mimariye edilen muamelenin farkındaydı ve bunun bir biçimde bu toplumun hafızasında kalmasını sağlamayı kendisine görev edindi. Tıp öğrencisiyken bir yandan da güzel sanatlarla ilgilendi; ebru, tezhip, minyatür ve hat öğrendi, Hoca Ali Rıza’dan özel karakalem ve suluboya dersleri aldı. İç hastalığı uzmanlığını Paris’te yaptı. Bir ömre bu kadar çok şey nasıl sığar, bu kadar çok heves nasıl ve neyle beslenir, bu kadar farklı meraklar nasıl bir enerjiyle yaşama böyle güzel yedirilir? Yapmış işte Süheyl Ünver. Bu ülkenin ressamları arasında adı sıkça anılmayan, usta ressamlarının bir listesi yapılsa ismi o listede sayılmayan ama resmin hasından anlayanların ve resimde gerçeklik arayanların başının tacı Süheyl Ünver. Resimdeki paha biçilmez ustalığına rağmen, benzeri görülmemiş mütevazılığıyla da paha biçilmez dersler veriyor aslında. “Şu resim yapmağı öğrenemedim gitti. Rahmetli yazı hocamız ve en kıymetli hattatımız Hacı Kâmil Efendi vefatından birkaç gün önce idi. Ziyaretine gitmiştim. Bana dedi ki: Öleceğim, ona şüphem yok. Fakat şu yazıyı öğrenemeden gideceğim, ona gam yiyorum. Bu sözüne hayret ettim. Aradan çok seneler geçti, şimdi ne demek istediğini daha iyi anlıyorum. Herkes beni resim yapar bilir. Benimki bir özenti… Haddim değilmiş meğer. Zor şeymiş meğer. Bu da dâd-i Hak imiş. Tevazu değil hakikat. Resim yapmağı öğrenemedim gittim velhasıl.” diyor.

Pek çok ülke ve şehri ziyaret etmiş; gittiği yerlerde tarihi ve doğal güzellikleri küçük defterlere suluboya resimleriyle kaydetmiş; gittiği her kentin kütüphanelerini ziyaret ederek bilhassa yazma eserleri karıştırmış, okumuş ve defterine notlar düşmüş. Sadece yeryüzünden değil bugün bu toprakların hafızasından da silinip gitmiş olan pek çok tarihî cami, mevlevîhane, medrese, türbe, müze, hamam, çeşme, köprü, köşk, yalı, kahvehane, ahşap konak ve evler, Süheyl Ünver’in arşiv defterlerinde yaşamaya devam ediyor. Süheyl Ünver’in sayıları binlerle ifade edilen eserleri ve kişisel arşivi arasında Bursa defterleri ve suluboya resimleri ayrı bir yer tutuyor. Ünver’in Bursa hakkında yazdığı notlar ve resimleri, Ersu Pekin’in düzenlemesiyle, kızı Gülbün Mesara ile Mine Esiner Özen tarafından yayına hazırlandı ve kitap, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı tarafından yayımlandı.

Bursa Defterleri’nin 141. sayfasında; “Bursa’da soruyorsunuz: kaç eski ev var? Yok, kalmadı, diyorlar. Siz sokak sokak dolaşıyor ve buluyorsunuz. Bence her eski evde daha önce mamur halinden bazen mühim kalıntılar var. Bunları toplamalı amma, Bursa’da başta mekteplerin resim öğretmenleri olmak üzere meraklı yok. Hepsini ayıpladım. Bugün Şehre Küsdü Mahallesi’nde 1225 tarihli Hacı Muhtar Efendi evini gezdim. Yeni ve eski sahipleri berbat etmişler. Hele selâmlık kısmında uydurma güzel İstanbul manzaraları var. Hele bir anbarlı kalyonlar. Bahri Baba vâri. Eski Bursa’yı istimlaksiz ve düz yol hastalıksız aynen ihya etmezsek çok yazık.” diye yazmış Ünver.

Az konuşur çok yazarım diyen ve klasik sanatlarımızın daima yaşamasını sağlamak için Güzel Sanatlar Akademisi, Topkapı Sarayı Nakışhanesi, Kubbealtı Kültür ve Sanat Vakfı ile Cerrahpaşa Tıp Tarihi Enstitüsünde yetiştirdiği yüzlerce öğrencisini de her zaman not tutmaya ve yazmaya teşvik eden Ünver, şifahiliği çağımızın en büyük hastalığı ve kusuru olarak nitelendirdi hep.

Kitapta okuyacaklarımız onun o sözcüklerinin huzur dolu akışı, etrafına derinlemesine bakışıdır.  Şimdi hangimiz Bursa’da dışarıya çıkıp bu gözle bakıyoruz kenti kentimize. Hangimizin kenara köşeye yazdığı notlar arasında bu kentten bugüne dair bir iz kalsın diye bir sokağı, bir çeşmeyi anlatan sözcükler var?

Başa dön tuşu