Yaşamın kaynağındaki
Yaşam ya da hayat. İster biyolojik ister kimyasal reaksiyonlar veya bir sonuç olarak bir dönüşüm sergileyen bazı biyolojik süreçleri gösteren tüm organizmaların ortak özelliği yaşamaları… Yaşamın en önemli özelliği ise gelişmeye ve üremeye yani çoğalmaya müsait olması. Birbirleriyle iletişim içerisinde olabilen canlıların çoğunlukla çevreleri ile uyum içerisinde olduğunu söylemek de mümkün. Sorun bu uyum bozulduğunda oluyor.
Tüm varlıkların yaşadıkları süre boyunca kazandıkları deneyimler ve yaşadıklarının bütünüdür aslında yaşam. Canlı bilimi Biyoloji tüm gezegeni kaplayan küresel boyuttan, hücre ve molekülleri kapsayan mikroskobik boyuta kadar canlıları etkileyen önemli tüm dinamik olayları masaya yatırıyor. Peki ya bu canlıların yaşarken neler hissettiğini kim düşünecek? Psikoloji dediğinizi duyar gibiyim. Ancak benim demek istediğim biraz daha farklı. Doğum ile ölüm arasında geçen sürede etrafımızdaki her şey ile bir iletişimimiz oluyor. Her bir temasın insana ruhani ve fiziki boyutlarda etkileri oluyor. İşin fiziki yanını büyük oranda çözebilseler de ruhani boyutta gelişebilecek herhangi bir sonuç önceden kestirilemiyor. Kimileri enerji ve maddenin işlenmesi, vücudu oluşturan maddelerin sentezlenmesi, yaraların iyileşmesi ve tüm organizmanın çoğalması gibi fiziki sonuçları çeşitli şekilde tanımlayabiliyorlar. Ancak içimizde kopan fırtınalar diye basitçe tarif edebiliyoruz olanları. Kimisinin fırtınası çabuk geçiyor kimisininki yıllar yıllar sürüyor.
Hayatın gizli yanları, geçmişte tüm insanoğlunu etkilediğinden; insanın fiziksel yapısı, bitkiler ve hayvanlar hakkındaki araştırmalar tüm toplumların tarihlerinde yer buldu. Bu ilginin bir kısmı, insanların hayata hükmetme ve doğal kaynakları kullanma isteğinden geliyordu bence. Ama esas sorun “soruların peşinden koşma” ile ilgiliydi. Hep denir ya hayatın sırrını mı söyleyecek diye. İşte tam o mesele. Bence sırrını bulamasak da aramaya devam ediyor olmamız bile bir gizem barındırıyor. Gerçi karmaşık da olsa basit de olsa herkes için cevap birbirinden farklıdır. İnsanlara birçok sorunun cevabını veren bu arayış yaşamın sürmesini hem kolaylaştırdı hem karmaşık psikolojilerimize iyi geldi hem de yaşamın sırrına odaklandığımız merakımızı perçinledi. Organizmaların yapıları hakkında bilgi kazandık, yaşam standartlarımız günden güne yükseldi. Ama çözemediğimiz birçok konu da varlığını sürdürüyor. Bence bu arayışın temelinde doğayı kontrol etme isteğinden çok, onu anlama isteği yatıyordu. Arzumuz hep yaşam kaynağı ile alakalı oldu.
Konunun çözümüne en yakın gördüğüm nokta ise felsefe ve dini yaklaşımlar. Kendi yaşamını anlamlandırmaya çalışıp yaşam soyutlaması yapma gayretinde olan felsefe ve dinler bile işin “içimizdeki fırtınalar” boyutuna çok da yaklaşamıyor bence. Yaşamı farklı bakış açılarıyla tanımlamaya, açıklamaya çalışan üzerine birçok tartışma sürdüren o kadar çok insan tanıdım ki. Diğer bir ifade ile onlar da felsefe yapıyorlardı. Kimisi yaşamın amacının ruhsal bir tekamül olduğunu söylüyor, kimileri ise yaşamın bir anlamı olması gerektiği konusunda “kuşkuluyum” diyordu. Ama dedim ya herkesin cevabı kendisine. Yaşamın kaynağı, anlamı üzerine yeterince bilgi sahibi olmadığımızı düşünüyorum. Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmanın da çok bir anlamı bulunmadığına göre; ironili bir şekilde ben de kendi fikrimi söylemeliyim. Basitçe konuların özüne bakmak gerekir diye düşünürüm hep. Hiçbir şey ihtiyaç olmadan oluşmaz. Bu birinci tespitim. İkinci tespitim ise her şeye değişim sağlatan güneşin, aradığımız cevaba oldukça yakın olduğu. Işık hem üretimi sağlıyor hem gelişimi. Aramızda bir bağ oluyor. Görmemizi sağlıyor. Umutlarımızı bile ışıkla tanımlıyoruz. Bu demek oluyor ki işin ruhani yani “içimizdeki fırtınalar” boyutuna da cevap veriyor. Karanlık kötülüğü simgeliyor ama ışık iyiliği. Bu tezimi besleyecek onlarca argüman bulmak mümkün ama mutlak doğru mudur, bunu söylemek imkansız. Ama benim cevabım bu; sanıyorum biraz da fotoğrafa aşık birisi olmamdan. Ben de her fani gibi hayat hakkındaki arayışımı ve bulduğum cevabı paylaştım sizlerle. Ama ışığı hiç hissetmeyenler de var, bu da benim tezimin boşluğu. Uzun lafın kısası; hayat tanımlanamayacak kadar belirsiz çünkü hakkında 6 milyar insan bile doğru dürüst bir cevap bulamıyor. Bize düşen bize sunduğu zaman kadar onun tadını çıkarabilmek, bunun yolu da paylaşmaktan geçiyor.
Yazı: Engin Çakır