“Yaş”lanmak
Kişisel tarihinizin tozlu sayfalarına dalmaya ne dersiniz? İnsan hayatında bazı anlar, bazı kareler ölümsüzdür, mıh gibi çakılmıştır zihnin bir köşesine.. Ben onların peşine düşüyorum, özenen ardımdan gelsin.
3 yaşımda evimizin kapısını açışımla, karşımda gördüğüm adamın babamı yutmuş olduğunu sanarak buzdolabının arkasına saklanışım bir oluyor. Askerden dönen babamın sesini duyunca kafamı uzatıyorum, tanımadığım bir yüzle karşılaşınca olduğum yere siniyorum.
4 yaşımda elimde ütü kordonuyla “aşk bu deyil miii.. nırınımnım nımnım nım.. Aşk bu deyil miii.. nırınım nım nımnımnım.. Söyleee sevgiiilim söyleee akş bu deyil miii..” diye sanatımı icra ettiğim ev konserlerimden birinin ardından geceyarısı babaanneme fırlatıldığımda (bırakılmak denmez ona), onsuz uyumadığım şişman bebeğimi evde unuttuğumuz için ağlarken, gerçek bir bebeğin ailemize katıldığını haber veren telefon geliyor, ağlamam kesiliyor.
5 yaşımda ana sınıfı öğretmenim en sevdiğim şarkının ne olduğunu sorduğunda, gözlerimi kapatıp yemyeşil bir düzlüğe açılan bir pencere hayal ederek “bir ilkbahar sabaahııı güneşle uyandın mı hiiiiç, çılgın gibi koşaaraaak kırlara uzandın mı hiiiç…” diye şarkımı söylemeye koyuluyorum.
6 yaşımda “kapıcı karısı” olmamak için okula gitmem gerektiğini bilmeme rağmen, hemen her sabah anaokuluna gitmeden önce mide bulantısı çekiyor ve öğrüyorum. (Sonuç: okul hayatıma 1. sınıfa kadar bir mola veriliyor)
7 yaşımda iki yandan toplanmış saçlarım ve siyah önlüğümle, okulun ilk günü tören sonrasında sınıfımı ve öğretmenimi kaybetmiş hüngür hüngür ağlıyorum.
8 yaşımda Galatasaray’ın Monaco karşısında kazandığı 5-0’lık galibiyetin ertesi sabahı “Monaco’ya 5! Monaco’ya 5!” nidalarıyla sınıf arkadaşlarımla birlikte Bursasporluluktan Galatasaraylılığa geçiş yapıyoruz.
9 yaşımda içini yıkamam için verdiği vazosunu yanlışlıkla kırdığım için çok sevdiğim sınıf öğretmenim artık bana ne dediyse; o gün beni okuldan alan anneme eve gidene kadar “ben öğretmen olmaktan vazgeçtim… Olmayacağım işte öğretmen… Öğretmen olmayacağım ben!” deyip duruyorum.
10 yaşımda okulumuz kız basketbol takımının yerel gazetede çıkan fotoğraflarının altında adımı ve adımın yanındaki yıldızları görünce sevinçten ne yapacağımı şaşırıyorum.
11 yaşımda Anadolu Liseleri Sınavı’ndan çıkıp evime giderken mahallede pencereden bir arkadaşım bağrıyor, “Gözdeee, sınav iptal edilmiş!” Bunun şaka olduğunu biliyorum, “Hıı, tabi tabi” diyorum yandan yandan sırıtarak. İçimden de “cık cık cık” diyorum, “olur mu hiç öyle şey…” Oluyor. 2 hafta sonra tekrar sınava giriyoruz.
12 yaşımda hazırlığın ilk gününde “ya öğretmen isterse!” diye tüm kitaplarımı okula götürme inadımı kıran anneme beni rezil olmaktan kurtardığı için günün sonunda -içimden de olsa-teşekkür ediyorum.
13 yaşımda deliler gibi günlük yazıyorum, çılgınlar gibi kitap okuyorum.
14 yaşımda platonik aşk acısıyla kıvranıyorum. Tek tesellim, okul tatile girdiğinde yazlıkta da onu görebiliyor olmak.
15 yaşımda hoşlandığım çocuğun (tabi ki 14 yaşımdaki platonik aşkım değil, ne sandınız beni, bebek mi?) doğum gününe gitmek için gece evden (üstelik aile apartmanından) kaçmamdan iki gün sonra annem beni ofisine çağrıyor ve bana olan güvenini yıktığımı söylüyor. Yer yarılsın ve ben çok derinlere gireyim istiyorum. Bir daha anneme yalan söylemeyeceğime dair kendime söz veriyorum.
16 yaşımda 4 kafadar New Jersey’den New York’a gidip, gezip, son treni kaçırmak üzere olduğumuzu fark ettiğimizde taksiye atlıyoruz ve şükürler olsun ki treni yakalıyoruz.
18 yaşımda ÖSS öncesi moral pikniğinden dönmüş akşam haberlerini izlerken duyduklarıma inanamıyorum! Sorular çalındığı için sınav ertelenmiş diye o andan itibaren takriben 6 saat kadar ağlıyorum.
19 yaşımda üniversite 1. sınıfta ilk zamanlar her yere 15-20 kişilik bir arkadaş grubuyla gidiyoruz. En misafirperver halimle (daha okulun ilk ayında) arkadaşlarımı öğrenci evimize ilk çağrışımda, fotoğraf çektirirken ev arkadaşımın ailesinin 20 senedir kullanmış olduğu oymalı kakmalı kanepenin ayağını kırıyoruz. 4 yıl derme çatma tutturduğumuz o kırık ayaklı kanepeyle hayatımıza devam ediyoruz.
20 yaşımda son haftaya bırakılan okumaların ancak 5 kişilik bir çalışma grubuyla paylaşılarak ve tabi ki sabahlayarak bitirilebileceğini fark ediyorum. Okul bitene kadar hiçbir derse bir daha tek başıma çalışmıyorum.
21 yaşımda klan hayatının tadını çıkarıp, üniversitelere bile kar tatili yapıldığı zamanlarda sabahtan akşama, akşamdan sabaha 5-6 kişi birlikte yiyip-içip-eğleniyoruz.
22 yaşımda o dizilerde gördüğüm düğüm olmuş ilişkilerin, aşk üçgenlerinin az bile kaldığının farkına varıyorum. Hayat zaten bu kadar zorken, bir de vizelerle finallerle uğraşıyorum ve benden 3-5 yaş büyük olup, “üniversite yılları en rahat zamanlardır, tadını çıkar” diyenlere sinir oluyorum.
23 yaşımda tüm o eğlenceyi ardımda bırakıp Bursa’ya dönmek, Bursa’daki arkadaşlarımın da bambaşka yerlere dağıldığını görmek kahır üstüne kahır gibi geliyor, bile bile lades diyorum.
24 yaşımda “sonunda gerçekten istediğim işi yapıyorum, bir de üstüne bana para veriyorlar!” diye sevinçten deliye dönüyorum.
27 yaşımda liseyi bitiren herkese, “üniversite yılları en rahat zamanlardır, tadını çıkar” diyorum.
28 yaşımda kalbim kulaklarımda atarken, birinci olduğumuz anons ediliyor, bir koca yılın yükü o an toz olup omuzlarımdan aşağı kayıyor.
29 yaşımda “aaa siz de mi karaokeye geldiniz?” dedikten 7 saniye sonra anlıyorum ki bir tabur insan meğer benim doğum günüm için toplanmış. Çocukluğumdan beri hiç almadığım kadar çok hediye alıyor, şaşırıyor ve mutlu oluyorum.
30 yaşımda tüm planlarımı altüst eden, belki de hayatımın seyrini değiştiren o haberi aldığımda, üzüleyim mi, kızayım mı, yıkılayım mı, direneyim mi bilemiyorum. Ve o sırada bilemediğim bir şey daha var ki, bazen altı üstünden daha hayırlı olabiliyormuş.