Zaman, nerede ne renge döner belli mi olur

Kırmızı zaman / Mine Söğüt
Kırmızı zaman / Mine Söğüt

“Cellatlar, hazineler ve şehrin altındaki, en çok da tam evlerinin bulunduğu semtin altındaki korkunç dehlizler… Çekyatın altındaki nefesin yerini alan, yeraltındaki dehlizler… Hem de şu tek göz odanın sırtını dayadığı duvarın hemen altından geçen dehlizler… Hüsran bunları düşünürken birden o korkunç olasılığı fark etti. Geceleri duyduğu nefes sesi belki de çekyatın altından değil, yerin altından, o derin, o uçsuz bucaksız yılan kıvrımlı dehlizlerden geliyordu. Belki de tam Hüsran’ın yattığı yerin altından, bir zamanlar içinden altınlar ve oluk oluk kanlar akan kapkaranlık bir dehliz geçiyordu.” 

Küçükken uykudan önce ya da sabahın ılık koynunda kimlerden dinlediniz masalları? Masalın kendi kadar masalı anlatanın hayal ustalığı da önemli. Sesi dağların tepelerindeki uğultulara, çakalların bağırışlarına karışan, tedirgin adımlarımızın hevesli âşıklar gibi gözü kara cesareti ile bizi gözlerindeki esrarlı kuyuya doğru çeken bir masal anlatıcınız oldu mu? Bin yaşında gibi görünen ama anlatırken kanı deli bir ergenin iştahıyla masal kahramanlarını ete kemiğe büründüren bir delisi var mıydı mahallenizin? O büyülü masalları anlatan nesiller yok artık sanıyorsunuz değil mi? Onlar masallardaki o sekiz kanatlı kartalların sırtında başka dünyalara, başka zamanlara gittiler sanıyorsunuz. O masallar bir daha anlatılmayacak sanıyorsunuz. Doğru, gittiler hem de çoktan ama bence birisi geri geldi. Mine Söğüt’ü bence onlar gönderdiler; bize o büyülü masalları anlatmaya devam etsin, hayatın efsunlu yanlarına yüzümüzü sürecek cesareti bize usul usul versin diye onu geri gönderdiler. Onu geri gönderdiler ki biz geceleri yatakların altında türlü oyunlar çeviren oynaşıklardan, önünden geçip gittiğimiz ve içinde normal hayatlar yaşanıyor sandığımız apartmanların cinlere bile akıl oynattıran gizlerinden, üç harflilerin bize beş harfli kılığında gözlerini diken yüzlerinden, karanlığın yazılarından haberdar olalım.

Kırmızı Zaman’ı okurken kendini zamanın olmadığı bir yerde gibi hissedecek ve kitabı elinden her bırakışında bedeninin mevcut zamanına dönmekte biraz zorlanacak oluşun bundan. Zaman’ın peşinden sen de o dehlizlerden geçecek, bir Çingene delikanlının ateşli kanını senin kendi damarlarında dolaşıyor zannedecek olman da bundan. Mine Söğüt diyor ki; “Bu romandaki İstanbul, efsaneler, insanlar, balıklar, kayıklar, iskeleler, saraylar, dehlizler, kesik başlar, mezarlar, hastaneler, morglar, denizkızları, cinayetler, katiller, cellatlar, deliler yani her şey uydurmadır. Yok eğer ‘Bunların hepsi gerçek, Haliç’te kırmızı bir kayık durur ve içinde Zaman Dayı yaşar, eski mezarlarda kesik cellat kafaları yatar, küçük kızlar mezar taşlarına dünyanın en güzel şiirlerini yazarlar, genç bir adam paramparça bir baba arar, her şeyi gören bir kambur hep susar ve İstanbul’un altında sır dolu dehlizler var diyen birisi çıkar da beni yalanlarsa, ne mutlu bana.”

“Oğlu Zobi’ye gelince… O yakışıklı bir Çingene delikanlısı olarak komşu gavur mahallelerin yanına yaklaşılması imkansız, porselen tenli güzellerinden birine dokunabilme ve dokunmakla da kalmayıp onu gebe bırakmış olma onurunu bir kaç yıl göğsünü gere gere Lonca’da taşıdı. Zengin ama çirkin Yahudi oğlanların, güzeller güzeli Çingene kızları kirlettiği çok görülmüştü ama beş parasız bir Kıpti’nin, zengin evin prenses kızının koynuna girdiği pek görülmüş şey değildi.”

Duvarlara dokunup acaba gizli bir kapı var mıdır diye yoklamak, çocukluğa ve deliliğe mi yakışır sadece. Ya varsa? Ya her an sırtımızı yasladığımız o duvar, küçük dilimizi yutturacak kadar garip bir yere açılan o bin yıllık kapıysa. Arada sırada bir umut duvarları yoklayanlarla, onların sadece duvar olduğuna inananlar arasında fotoğrafların kanıtlayamayacağı uçurumlar vardır. Onlar her gün aynı sokaktan gidip gelseler de birbirlerinin dünyaları hakkında pek fikirleri yoktur. Kırmızı Zaman, Mine Söğüt’ün kırmızı ve kesik ve başka kimselerde olmayan ve ucu ruhumun etinde tatlı izler bırakacak kadar sivri ve ele sığmayacak kadar büyük ve mezarlık taşından oyulup içine cennet kurşunu konularak yapılmış kaleminin, yaslandığımız o duvara çizdiği bir işaret aslında.

‘Git bak, belki orada başka bir dünya vardır, belki mezar taşlarına birileri gizli gizli şiirler yazıyordur, belki aklın küçük bir kazanın içinde kaynarken yüreğini soğutacak o serin ırmaklar sana yakın bir yerde akıyordur, belki onun da sana söyleyecekleri vardır ama kargaların tanrısı epey önce yüreğinin dilini kesmiştir de sana bakınca konuşamıyordur, belki ölü bir yılan gibi duran o halatın ucu sahici bir özgürlüğün dalına bağlıdır.’ diyen bir işaret aslında.

Kırmızı zaman / Mine Söğüt

Kırmızı Zaman’da her kapı, her duvar, her ağaç kavuğu seni daha önce görmene imkân bile olmayan yerlere çıkarabilir; cesaretin varsa bunu yapabilir. Her kitabında, her hikâyesinde, her masalında olduğu gibi Mine Söğüt Kırmızı Zaman’da da okurunu fazla ön yargılı olma hali ile yüzleştiriyor. Okuduklarına şaşırdıkça sen de bu yüzleşmenin altına ‘kabulümdür’ diye imza atacak kıvama geliyorsun. ‘Ben öyle sanıyordum’ dediğin anları düşün; öyle dediğin ve işin aslının öyle olmadığı anları. Sanmadan yaşayamaz tabii insan ama Kırmızı Zaman da dahil Mine Söğüt’ün kitapları bu sanma hallerinin bazen nasıl da için için yanma hallerine dönüşebildiğini anlatıyor.

Ama kayık, kaderini bizzat yazdı. Mezbaha kıyısından uzaklaşıp, kana yaraşır kırmızısıyla kendi yolunu kendi buldu; Zaman’ın delikten çıktığı gecenin sabahı karşı kıyıya vardı. Bu karşılaşmada tanrısal bir şey vardı. Haliç’in tembel dalgaları kan renkli kayıkla, dehlizlerden gelen kan tarihli adamı buluşturmayı görev saydı.”

Kürek çekenler ve geniş sularda derine dalanlar bilirler, bunun sonu yoktur, gittikçe gidesin gelir, gitmezsen aklın hep orada kalır ve sana huzur vermez. Biraz daha, bir adım daha, birkaç metre daha, bir köşe daha, öbür sokağa kadar, birkaç kürek daha; sonra bırakacağım ve döneceğim… Asla öyle olmaz. Kırmızı Zaman, insanın korkularına rağmen merakının şehvetine nasıl sımsıkı sarıldığını anlatıyor. Korktuğumuzun başımıza gelmesine engel olamayacağımızı ve o zaman geldiğinde neler olacağını anlatıyor. Bundan sonra kambur bir adam gördüğümde asla eskisi gibi, ‘normal’ olarak geçip gidemeyeceğim yanından.

Yazı: Emine Civanoğlu

Bu da ilginizi çekebilir
Kapalı
Başa dön tuşu