Zeytin ağacının gölgesinde: Atina
Sıradaki durağımız komşumuz Yunanistan’ın başkenti, ismini baş tanrıçası ve koruyucusu Athena’dan alan Atina. Tabi sadece bu yüzden değil şehrin ruhunu ve kimliğini anlayabilmek, Atina gezinizi daha anlamlı hâle getirmek için gitmeden önce, Yunan mitolojisi hakkında biraz bilgi toplamakta ve Antik Yunan’ın tanrı ve tanrıçalarıyla tanışmakta fayda var. İlk hikaye benden olsun “Atina şehri yeni kurulmaktadır ve şehrin tanrısının kim olacağına karar vermek için bir yarışma düzenlenir. Bütün Olimpos tanrıları bir araya gelirler. Finale iki tanrı kalır: denizler, atlar ve depremler tanrısı Poseidon ile zeka, sanat, strateji, ilham ve barış tanrıçası Athena. Şehre en büyük hediyeyi verecek olanı şehrin tanrısı olmasına karar verilir. İlk olarak kendinden emin Poseidon öne çıkar. Meşhur üç dişli yabasını yere vurur ve yer yarılarak bir at ortaya çıkar. Poseidon atı herkese göstererek “Bu evcil bir attır, sizi istediğiniz yere götürür ve yüklerinizi de taşır” der. Bütün tanrılar büyülenmiştir bu hayvan karşısında (Bir diğer versiyonunda yerden su fışkırdığı ancak bunun Ege’nin tuzlu suyu olmasının hoş karşılanmadığı anlatılagelmekte). Athena ise küçük bir gülücük atar ve ünlü mızrağını yere saplar. Mızrağın saplandığı yerden bir filiz çıkar ve çok güzel bir zeytin ağacı olur. “Bu ağaç yüzyıllarca yaşar, meyveleri yeşilken yenir, olmadı saklarsınız kararır yine yenir, ezip yağını çıkarır yemek yaparsınız, aynı yağı yakar karanlığı aydınlatırsınız. Aynı zamanda bozulmaz ve bozulmasını istemediğiniz yiyecekleri yağında saklarsınız. Çekirdeğinden elyaf yaparsınız, ağacın dallarından odun elde edersiniz. Bu da benim size hediyem” der zeka ve strateji tanrıçası. Bütün tanrılar bakakalmıştır bu ağaca. Hepsi tebrik eder Athena’yı, artık şehir ona aittir. Şehrin ismine de Atina denecektir bundan sonra. Poseidon ise, belki de bir tanrıçaya yenilmekten, tüm siniriyle üç başlı mızrağını dağa fırlatır. Hala mızrağın izinin o dağda, Athena’nın o meşhur ağacının da Akropolis’te olduğuna inanılır bu topraklarda…”
Yazı ve fotoğraflar: Özgür Çakır
Avrupalılara göre doğu sınır, Doğululara göre batının giriş kapısı. Dünya medeniyeti ve insanlık tarihinde iz bırakmış bir şehire yolculuğumuz. Antik Yunan medeniyetinin kalbi yüzyıllar boyunca Atina’da atmış. Demokrasi kültürünün ilk örnekleri malumunuz burada hayat bulmuş. Atina halkının eğlenceye düşkünlüğü, insanoğluna tiyatro gibi vazgeçilmez bir uğraşı edindirmiş. Maraton başta olmak üzere birçok atletizm branşı ve dolayısıyla Olimpiyat Oyunları da Atinalıların insanlığa bir armağanı.
Atina; başta Akropolis olmak üzere somutlaşan antik tarihiyle, müzeleriyle, zengin Yunan mutfağı eşliğinde sabahlara kadar süren taverna eğlenceleriyle, zengin spor aktiviteleriyle ve bütün yıla yayılmış festivalleriyle ziyaretçilerine tek bir gezide çok çeşitli tatlar sunan; dostluk, kavga, karmaşa, gürültü, medeniyet, pislik, dağınıklık, Egelilik, Akdenizlilik, fakirlik ve zenginlik hep bir arada aslında tanışık olduğumuz bir kaosu barındıran, ruhu olan ve enerjisiyle sizi mutlu etmeyi başaracak türden özel bir şehir.
Hazır mitolojiye girmişken biraz da ortak yakın tarihimizin izleri halen taze olayı mübadeleyi anlatan bir film, örneğin “Dedemin İnsanları”nı ya da “Evdeki Yabancıları” izlemek ya da “Emanet Çeyiz”, “Benden Selam Söyle Anadolu’ya” gibi bir kitabı okumak gerek. Çünkü aslında en yakın komşumuzun kalbine gidiyoruz ve o kalbin de kırıkları var bizdeki gibi. Ve elbette biraz da müzik fena olmaz. Bizim Sezen’imiz Lübnan’ın Fairuz’u neyse Yunanistan’ın da Haris Alexiou’su var. Seyahat hazırlıklarına mümkünse bir albümünü eklemeli. Biraz araştırınca aslında kulağınıza aşina ne çok ortak şarkı ve melodinin olduğunu farkedeceksiniz, keyfini çıkarın.
Neolitik Çağ’dan, İlk Yunan medeniyetine, Roma’dan Bizans’a, İstilacı Latin Döneminden Osmanlı’ya ve günümüz Yunanistan’ına ulaşan bu toprakların başkenti onlarca kez kuşatma, işgal ve iç savaş gören, yıkılıp yıkılıp yeniden yapılan, yorgun ve derin geçmişi olan bir şehir. Yunan Bağımsızlık Savaşı sırasında tümüyle boşaltılan ve 1833’te yalnızca Akropolis’in kuzeyindeki küçük, dağınık evlerde 4 bine kadar gerileyen nüfus bugün toplamda 4 milyon civarında. Bunun azımsanmayacak bir bölümü de Türkiye kökenli olanlar. 1924 öncesi Yunan Krallığı’nın toplam nüfusu 2 milyon civarında iken buna Lozan Barış Antlaşması sonrası Nüfus Mübadelesi ile 1.200.000 Türkiye’li Ortodoks Hıristiyan Rum eklendiğini söylersem Anadolu etkisinin ne denli fazla olduğunu tahmin edebilirsiniz. İşte bu yüzden herhangi bir turistten farklı olacaksınız gittiğiniz her yerde. Ve tepkiler çoğunlukla eski bir dostla karşılaşmışcasına içten olacak. Türk olduğunuzu söylediğinizde hiç sıkıntı çekmeyeceksiniz. Aksine, daha da sıcak davranacaklar. “Bacanaki”ler, “Kardaşi”ler havada uçuşacak. Halkların bir sorunu olmadığını ispatlayacak her temasınız. Bu yüzden İngilizce ile şansınızı denemeden önce Türkçe’ye şans vermekte fayda var. Mübadiller artık yaşlanmış olsa da kökü Anadolu’da olan yeni kuşaklar da Türkçe’ye meraklı ve dilimizi bilen biriyle karşılaşma olasılığı çok yüksek. Çekinmeyin eski bir dosta kahve içmeye gidiyoruz, “az şekerli” deyince sizi anlayacaklar. Sohbet edin, dostluklar kurun. İstisnalarla karşılaşabilecek olsanız da muhteşem insanları var. Türk olduğunuzu söyleyene kadar herkes çok iyi, kimliğiniz açıklandıktan sonra da özellikle gençler ve sağduyulu orta yaş insanları çok daha iyi. Ailenin kayıp, uzaktaki bir bireyiyle karşılaşmış gibi ağırlayacaklar sizi. Dostluklar kurmak, öğrenmek ve öğretmek için bulunmaz bir şehir burası bizim için. Kahve kesmezse kaldırın uzo kadehlerini.
Türkiye’den deniz ve kara komşumuz Yunanistan’ın başkentine gitmek için bolca ulaşım alternatifi var. İstanbul’dan uçakla Atina’ya ulaşım Türk Hava Yolları, Pegasus, Aegean Hava Yolları, Olympic Airlines ve Norwegian ile sağlanıyor. İzmir’den Atina’ya uçak bileti almak isterseniz THY ve Pegasus sürekli, Aegean ve Olympic Airlines de ara ara uçuyor. Atina’ya İstanbul’dan otobüs ile de gidilebilir. Ve tabi özel otomobilinizle de gezerek gitmek mümkün. Yolda Selanik, Kavala gibi birçok güzel şehri de görebilir, seyahatinize ara duraklar ekleyebilirsiniz. Selanik’te ara vererek tren yolculuğu da keyifli bir başka seçenek. Ayrıca, İstanbul ve İzmir’den Atina Pire Limanına gemi ile gitmek de mümkün.
Eleftherios Venizelos Uluslararası Havaalanı şehir merkezinden 27 km uzaklıkta. Şehir merkezine gitmenin birkaç yolu var. En pratiği metro. Tek yön 8 Euro, gidiş dönüş 14 Euro. Bileti makineden aldıktan sonra, aktive etmek gerekiyor. Edilmezse yirmi kata kadar kadar bir cezası var. Havaalanına giden tüm metrolar yarım saatlik aralıklarla geçiyor. Yolculuk da yaklaşık 50 dakika sürüyor. Gece yarısı ile sabah 05.30 arasına denk gelenler için alternatif olarak 24 saat kesintisiz olan otobüs servisi de var. Havaalanından şehir merkezine trafiğe bağlı olarak 45 dakika ile 1.5 saat arasında sürüyor. Takside gündüz ve gece iki ayrı tarife uygulanmakta. Kent merkezine gündüz gitmek 35 Avro, gece bu fiyat 50 Avro’ya kadar çıkıyor. Yola çıkmadan fiyatı konuşmakta fayda var. Aksi halde Yunan taksicilerin namı Sultanahmet’tekileri sollamış durumda.
Atina Metrosu aslında dünyanın en eski metrolarından birisi. 1900′lerin başında kurulmuş sistem tek hatlıymış. Ancak Avrupa Birliği üyeliği ve Olimpiyat yatırımları ile çok hatlı ve sık sefer yapan bir metro ağına sahip olmuşlar. Atina Metrosu aynı zamanda bir antik çağ müzesi. Metro yapımı sırasında çıkarılan eserler Syntagma ve Acropolis duraklarında sergileniyor. 3 ana hatta çalışan metro ile şehrin önemli noktalarına rahatça ulaşmak mümkün. Atina’nın güneyinde yer alan sahillere giden tramvaylar da Atina’nın güneyindeki Yeni İzmir ve Glyfada gibi yerleşimlere gidiyor. Bilet fiyatları çok da pahalı değil. Kombine bilet 1.40 Avro. Kombine bilet ile 90 dk içinde metro, otobüs ve tramvayı kullanmak mümkün. Turistler için kalış sürelerine göre 24, 72, 96 saatlik tüm ulaşım araçlarında geçerli kombine biletler de mevcut.
Atina jeopolitik ve sosyolojik olarak biraz Ankara’yı, denizle teması aynı yoğunlukta olmasa da balkon kültürü ve genel mimari yapısıyla biraz da İzmir’i çağrıştıran bir şehir. Genel olarak çarpık bir kentleşmeden bahsedilebilir sanırım. Şehrin merkez noktasında ise bir tepede yükselen Akropolis gittiğiniz yerlerde size göz kırparak mihenk taşı görevini üstleniyor. Zaten şehir turumuzda Akropolis ve civarında olacak. Öğlen sıcağında şehir siesta vaktindeyken kaçıp biraz dinlenmek için kalacak yer tercihini merkeze yakın bir noktadan yana kullanmakta fayda var. Yaşadıkları derin ekonomik kriz bu konudaki tutumu biraz gevşetmiş olsa da öğlen saatlerinde, ki bu bazen 15:30’a kadar bile sürebiliyor, her türlü dükkan, zaman zaman eczane, bakkal gibi acil ihtiyaçlarını karşılamak isteyeceğiniz yerler bile kapalı. Bankalar da pazartesiden perşembeye kadar 8’den 14:30’a, cuma günleri 14:00’e kadar açık.
Atina’da gezilip görülecek yelerin neredeyse tamamı yürüme mesafesinde. Bu yüzden her zaman olduğu gibi önerim şehri tabanvay marifetiyle keşfetmek olacak. Başlangıç için en doğru nokta ise şehrin ana meydanı olan Syntagma, nam-ı diğer Anayasa meydanı. Meydanın hâkim yapısı Parlamento Binası. Binanın meydana bakan ön cephesinde Meçhul Asker Anıtı yer alıyor. Buradaki en meşhur etkinlik de Parlamento’yu koruyan askerlerin (evzoneler) saat başlarındaki nöbet değişimi töreni. Ponponlu ahşap ayakkabılar ve pileli etekler askerlerin geleneksel kıyafetleri. Bir söylenceye göre, askerlerin eteklerindeki 400 adet pile, ülkenin Osmanlı yönetiminde geçirdiği 400 yılı sembolize etmekteymiş. Saat başları dışındaki büyük nöbet değişimi ise pazar günleri 10:30 gibi başlıyor. Tören öncesi askerlerle fotoğraf çektirmenize izin veriliyor, sonra askerler küçük bir gösteri yapıyor. Yarım saat kadar sonra, cadde trafiğe kapanıyor, bando eşliğinde büyük bir asker topluluğu geliyor ve iki askerin nöbet değişimi tamamlanıyor. Eğer pazar günü Atina’da olacaksanız, bu gösteriyi kaçırmayın. Parlamento binasının arkasındaki büyük şehir parkı ise Ulusal Bahçeler yani National Gardens.
Yorulduğunuz ve yeşile hasret kaldığınızda geri dönüp tadını çıkarmak üzere parkı arkamızda bırakarak Akropolis’e doğru yola koyulabiliriz. Sizi gün ortasında şehrin en gölgesiz tepesine çıkarmak niyetinde değilim elbette. İlk hedefimiz Akropolis yönündeki Plaka bölgesi. Daracık, hiç bozulmamış sokaklar, sağlı sollu hediyelik eşya satan küçücük dükkanlar, sardunyalı cumbalı evler, antikacılar, sıralanmış birçok taverna ve restoran oldukça davetkar. İnsanın bir Ege kasabasında geziyormuş hissine kapılmasını sağlıyor. Amaçsızca bir sokaktan diğerine yürüseniz bile içinize mutluluk doluyor. Öğle yemeği için uygun bir yerdeyiz. Tabi bu akşam yemeği için uygun olmadığı anlamına gelmiyor. Rahatlıkla bizimkiyle yakın akraba sayılabilecek Yunan mutfağına bir merhaba denilebilir pekala Plaka’da. Damak tadınıza uygunsa deniz mahsulleri, belki musakka, salata veya mezelerle kurulmuş sofra günün kalanı için enerji toplamak için önerim. Hatta musakka en öncelikli önerim. Beşamel sos ve patatesle birlikte fırınlanarak servis edilen ve lazanya dilimini andıran Yunan usulü Musakka’yı tatmadan dönmeyin. Plaka’nın en yoğun olduğu zaman ise tahmin edebileceğiniz üzere güneş battıktan sonra başlamakta. Monastraki bölgesi ile birlikte Atina’nın geleneksel gece hayatının canlılığını burada görmek mümkün. Gün batınca tavernalar canlanıyor ve sokakları Yunan melodileri doldurmaya başlıyor. Bu da demek oluyor ki Atina akşamlarından en az birini Rembetiko, uzo ve lezzetli Yunan yemekleri eşliğinde Plaka’ya ayırmak lazım. Kültürlerimiz arasındaki benzerliği gözlemlemek için doğru yerdesiniz. Eğlenceyi akşama saklayıp öğle yemeğini fazla uzatmadan yola koyulmalı. Akropolis’in Plaka’ya bakan yamacındaki Anafiotika ise başkentin göbeğindeki beyaz boyalı evler ve pencerelerin, kapıların önlerini süsleyen sardunyalar ile yunan adalarından esintiler taşıyan özel bir bölge. Yamacı sağınıza almak koşuluğuyla kaybolmak serbest. Telaşa gerek yok. Sokaklar sizin. Karışın sardunyalara.
Plaka bölgesini bitirdiğinizde güney yönünde karşınıza büyük bir bulvar çıkacak. Syngrou Bulvarı’nda yolun hemen karşısında göreceğiniz üç sütunlu yapı kalıntısı Atina’nın simgesel antik yapılarından Hadrian’ın arkı. Bunun hemen arkasındaki alanda ise Yunan topraklarında inşa edilmiş en büyük tapınak bulunuyor: Olimpiyalı Zeus Tapınağı. Bugün geriye sadece 15 sütunu kalan bu devasa tapınak Antik Yunan Medeniyeti’nin en baba tanrısı Zeus’a adanmış. Orjinali 250 m uzunluğunda, 130 m genişliğinde ve 17 m yüksekliğinde sütunları olan bu tapınağın yapımına M.Ö. 6. yüzyılda başlanmış ve yapı, Hadrianus döneminde bitirilebilmiş. Altın ve fildişinden yapılmış dev bir Zeus heykelini koruyan tapınak, yapıldığında 108 adet sütunla çevriliymiş. Tapınak, günümüzde ilk yapım özelliklerinin çoğunu kaybetmiş olsa da hâlâ görkemli ve görülmeye değer bir Antik Yunan yapısı olarak ziyaretçilerini ağırlıyor.
Tapınağın hemen yakınlarında biraz ileride ise 1896’daki ilk modern Olimpiyat oyunlarının yanı sıra 2004 Olimpiyat Oyunları’nda da okçuluk müsabakalarına ev sahipliği yapmış olan Panathenaikon Olimpik Stadyumu bulunmakta. Her olimpiyat zamanı Olympia Dağı’nda bulunan 2500 yıllık Hera Tapınağı’ndan yola çıkan olimpiyat meşalesi o senenin ev sahibi ülkesine yola çıkmadan önce olimpiyat komitesine bu tarihi stadyumda devrediliyor. Görmekte fayda var ama bilet alıp gezmek ne kadar akıllıca tartışılır.
Açıkhavada yeteri kadar vakit geçirdik diyorsanız yürüme mesafesinde olan Akropolis Müzesi sizi bekliyor. İhtişamlı, iddialı ve modern yapısıyla Akropolis ana giriş kapısına çıkan yamaçta, metro istasyonu çıkışının hemen yanında bulunan Akropolis Müzesi ziyareti Atina’da yapılacaklar listesinde mutlaka yer almalı. 2007 yılında açılan dünya standartlarındaki Yeni Akropolis Müzesi yüksek maliyeti ve Akropolis’in antik mimarisi ile bağdaşmayan çağdaş mimari çizgisiyle ilk yıllarında tepki görmüş olsa da bence yalnızca müze binası bile başlı başına görülmeye değer bir yapı. Müze bu bölgedeki ören yeri üzerine inşa edilmiş. Elbette korunarak. Binanın girişi ve zemin katının şeffaf zemini sayesinde aşağıda bulunan kalıntıları da görebilmek mümkün hale gelmiş. Binanın altında arkeolojik kazı çalışmaları halen devam ediyor. Eserler üç katta sergileniyor. Birinci katta Akropolis’in yamaçlarından çıkarılan tarihi eserler var. Akropolis’in zaman içerisinde uğradığı değişimi gösteren maketler ve video sunumları adaptasyon açısından önemli. Sanki Akropolis’ie tırmanıyormuş hissi ile uzun ve eğimli bir koridordan yukarı çıktığınızda Nike ve Erectheion tapınaklarına ait heykeller, frizler ve Erekhtheion’un orjinal karyatid heykelleri ile bu tapınakların maketleri karşılıyor sizi. Büyük salondaki heykel ve büstler bir arada gerçekten etkileyici. Üstteki balkondan araya serpiştirlmiş ziyaretçiler ve heykellerin birlikteliği aradan geçen bin yılların azlığını, zamanın izafiyetini hatırlatır türden bir manzara. Parthenon’a ayrılan en üst katta çepeçevre Parthenon’un çatısında yer alan süslemeli alınlıklarına ait heykel ve rölyeflerden kalanlar sergileniyor. British Museum ve Berlin’de sergilenen diğer parçalarını bekleyen heykellerin yarım halleri biraz iç burkan bir görüntü olsa da yine de etkileyici. Ayrıca koridoru dolaştığınızda da sanki Parthenon’un etrafında dolaşıyormuş hissi veren alanda boydan boya cam olan pencerelerden çok güzel Atina ve Akropolis görüntüleri almak da mümkün. Müzenin 2 ile 3.katı arasında bulunan ara katında müze mağazası ve restoranı var. Restoranın manzarası müthiş. Müzede bazı istinalar dışında genelinde fotoğraf çekmek yasak ama “her yasak delinmek içindir” felsefesini işlerliğe koymak ve sizler için flaşsız birkaç görüntü almak gerekti. Affola Acropolis Museum.
Müzenin hakkını vererek gezdiyseniz akşamüstü saatleri gelmiş olmalı. Akropolis’i ziyaret için en ideal saatler. Tevellütü biraz daha eski olanlar hatırlayacaktır Reha Muhtar’ın Atina’dan bildirdiği TRT’nin tek kanal yıllarını. İşte o ekranda yıllarda arka fonda gece ışıklandırması ile bizlere kırpan dünyaca meşhur ikonik yapı kompleksi sıradaki durağımız.
Antik Yunan’daki şehir planlamasının en temel amacı, tanrıların şehrin uç noktası olan (acro) yüksek bir tepede oturacağı yerleşim yerleri (polis) yani akropolleri inşa etmekti. Tapınaklar, hazinelerin saklandığı yapılar ve çeşitli kurumlar burada yer alırdı. Saldırı durumunda akropolis sonuna kadar savunulurdu. İşte bu akropoller arasında en çok bilineni malumunuz Atina’daki Akropolis. Attike Ovası’nda, deniz düzeyinden 152 m yükseklikte 270x150m boyutlarında bir kayalık olan Atina Akropolis’inin hikayesi aslında çok eskilere Cilalıtaş devrine kadar uzanıyor. Tunç devrinde de evler ve bir kral sarayı yapılmış. Günümüze kalan görkemli yapılar ise, M.Ö. 5. yüzyılda başlatılan geniş bir yapı programı sonucunda inşa edilmiş. Sanatın altın çağında Antik Yunan uygarlığı burada sergilenmiş ve birçok anıtsal yapı Akropolis’e dikilmiş. Ullaşmak için dik bir yolu tırmanmanız gerekiyor. Bölgenin içi de yüzyıllar boyu aşınmış ve kayganlanmış taşlarla dolu. Bu yüzden ayağınıza kaymayacak rahat ayakkabıları geçirmekte ve güneş için de hazırlıklı olmakta fayda var.
Akropolise doğru güney yamaçtan tırmanırken iki tane amfi tiyatro göreceksiniz: Dionysos ve Herodes Atticus’un Odeumu. M.Ö. 5. yüzyılda yapılmış olan Dionysos Tiyatrosu’nda Şarap ve Eğlence Tanrısı Dionysos için bahar şenlikleri düzenlenirmiş. Roma dönemindeki onarımlardan sonra bugünkü görünümünü alan 13 bin kişilik bu tiyatroya Yunanistan’ın birçok yöresinden, hatta İtalya ve Anadolu’dan izleyiciler gelirmiş. Düzenlenen yarışmalarda birinci gelen koronun onuruna bir anıt dikilirmiş. Bunlardan günümüze kadar kalabilen Lysikrates Anıtı MÖ 334 tarihli. Diğer tiyatro Odeon of Herodos Atticus ise Akropolis’in en büyük tiyatrosu. Günümüze kadar ulaşmayı başarmış Güney Yamaçta yer alan bu tiyatro “Odeon” teriminin de atası. Bu yapı günümüzde halen kasik müzik konserleri ve tiyatro festivallerine ev sahipliği yapıyor.
Tiyatroları geçince devasa bir giriş kapısı ile karşılaşacaksınız: Propylaea, M.Ö. 5. yüzyılda inşa edilen 20 metre yüksekliğindeki şehir kapısı. Yapının çok büyük boyutlardaki kemerleri Pentelik mermerinden yapılmış. Propylaea’nın güney kanadından sola döndüğünüzde ise Athena Nike Tapınağı’nı göreceksiniz. Zafer Tanrısı Nike’ye adanan bu tapınak Atinalıların Perslilere karşı kazandıkları bir savaştan sonra yapılmış. Yunan askerlerinin zaferlerini betimleyen frizlerle süslü bir alınlık ve onu destekleyen altı sütundan oluşmaktaymış ama Osmanlı döneminde yıkılmış ve yerine bir su bataryası kurulmuş. 19. yüzyılın başlarında bu batarya kaldırılmış ve altında kalan orjinal yapının kalıntılarıyla tapınak yeniden inşa edilmiş. Giriş kapısını takiben izleyeceğiniz kutsal yolda sütunların arasından yürüyerek Akropolis platosuna ulaşacaksınız. Tüm Atina ayaklarınızın altında, ensenizde tanrıları serinleten bir rüzgar tarihi iliklerinize kadar hissedeceksiniz. Platoda bütün ihtişamıyla ziyaretçilerini karşılayan Parthenon Akropolis’teki en önemli tapınak. Parthenon Tapınağı Atina şehrinin zirvede olduğu bir zamanda ve dönemin şartlarına göre çok kısa sayılabilecek on yıllık bir sürede inşa edilmiş. Kapsamlı bir restorasyon programı, 1980 yıllarından bu yana sürdürülmekte. Onarmak yapmaktan uzun sürüyor anlaşılan. Bütün fotoğraflarına giren iskele ve vinçler ise artık bölgenin kaderi olmuş gibi. Orjinalinde görkemli sütunlarının içinde Athena’nın dev bir heykeli ve çatısının ön ve arka cephelerinde Athena’nın doğumu, Athena ile Poseidon’un yarışmasını anlatan heykeller ile çevreleyen şeritte ise çeşitli savaşların hikayesi anlatılırmış. İlk olarak bir yangında büyük hasar almış, daha sonra Bizans döneminde kiliseye, Osmanlı döneminde camiye çevrilmiş. 17. yy.da Osmanlı Venedik Savaşı sırasında cephanelik olarak kullanılırken bombalanarak en büyük yarayı almış. 1800′lerde ise Britanya Büyükelçisi Lord Elgin tarafından padişah III. Selim’in özel izniyle içi boşaltılarak bugüne kadar eksilerek de olsa gelmeyi başarmış. Bugün kaydadeğer en önemli parçalarını barındıran, Elgin Mermerleri olarak bilinen ve sökülüp götürülmesi büyük eleştirilere konu olan bu paha biçilmez koleksiyon, halen Londra’da British Museum’da sergilenmekte.
Erechtheion ise bölgenin en kutsal yerinde Poseidon ve Athena’ya ithaf edilen bir tapınak. Yazının girişinde bahsettiğim yarışmanın burada olduğu rivayet ediliyor. Athena’nın yarattığı zeytin ağacını temsilen aynı yerde tapınağın hemen yanında bir zeytin ağacı mevcut. Parthenon’un kuzeyindeki bu tapınağın doğudaki kolonları iyonik tarzda inşa edilmişken, güneydeki kolonlar yerine kadın figürlü karyatidler (heykeller) kullanılmış. Tapınakta bulunan heykeller kopya. Her biri farklı surat ifadelerine sahip bu 6 karyatidin orijinalleri Akropolis Müzesi’nde sergilenmekte. Sonuçta Atina’ya giden herkes bir şekilde mutlaka Akropolis’i ziyaret ediyor. Siz de gideceksiniz. Tek başınıza gidip sadece tapınakları ve güzel Atina manzarasını seyredip dönmek de bir alternatif belki ama ideali bu değil. Rehberli yürüyüş turlarında yapıları tarihi ve mitolojik öyküleri eşliğinde dinlemek çok farklı. Şiddetle öneririm.
Akropolis çıkışında geldiğiniz yöne değil de batıya doğru yönelirseniz Atina’da gün batımının en güzel izlendiği noktalardan birini Arios Pagos’u yani Mars Tepesi’ni bulacaksınız. Turist kalabalığına karışıp kızıla bürünmüş Akropolis ile “selfie” çektirmek için en doğru noktadasınız. Manzaraya dalıp adım attığınız yerleri ihmal etmeyin, özellikle bu tepedeki kayalar son derece kaygan. Aman dikkat.
Mars Tepesi’nin eteklerinden aşağı doğru uzanan bölge ise günümüzde bir tür açıkhava müzesine dönüşmüş olan Antik Agora. M.Ö. 600 yıllarından itibaren Atina’nın günlük hayatının kalbi Agora’da atarmış. Şehir konseyinin demokratik kararlarını aldığı, yurttaşların toplanıp ticari, politik ve sanatsal aktivitelerini, eğitim ve spor müsabakaları gerçekleştirdiği merkez burasıymış. Sokrat ve Pluton’un yürüdüğü antik yollardan geçmek ilginç bir deneyim. Burada çoğunluğu kalıntıdan öteye gitmeyen buluntular dışında en dikkat çekici yapılar Atina’nın en iyi korunmuş antik tapınağı olan Hephaestus and Bergama Kralı Attalos’un iki katlı Stoa’sı. Bir de tabi ilginç bir ayrıntı olarak zamanın önemli bir sosyalleşme mekanı olan -bir benzerini Efes’ten hatırlayacağınız- toplu umumi tuvalet. Tarih ve arkeolojiye derin ilgisi olanları heyecanlandıracak olan bu önemli bir ören yerinin bir diğer önemli özelliği ise kafelerin yoğunlaştığı Thessesion
Bölgesi ve Monastraki’nin en güzel tavernalarının sıralandığı Adrianou Caddesi’nin hemen yanı başında olması.
Antik Yunan Agorası’nın kuzeyindeki Monastiraki Atina’nın en renkli bölgelerinden biri. Sokakları hediyelik eşyalar, biblolar satan dükkânlar, küçük barlar, kahveciler, restoranlar ve elbette tavernalarla dolu. Monastiraki denildiğinde ilk akla gelen ise aradığınız her şeyi bulabileceğiniz bit pazarı. Kalıcı olan dışında pazar günü kurulan bit pazarında uygun fiyatlı eşyalar, çeşit çeşit hediyelik eşyalar, antikalar, ikinci el kıyafetler, fotoğraflar, gümüş, bakır, bronz eşyalar bulabilirsiniz. Alışveriş yapmayacak olsanız da Atina’nın günlük hayatından kesitler görmek için gidilebilir pekala. Monastiraki Meydanı’nda dikkatinizi ilk çekecek olan yapı, bugün Yunan Halk Sanatı ve Seramik Müzesi olarak kullanılan Mustafa Ağa Tsisdarakis Camii olacak. 1759’da dönemin Atina Valisi Tsisdarakis tarafından yaptırılmış. 1821’deki Yunan isyanında sonra minaresi yıkılmış. Maalesef şu anda Atina’da hizmet veren hiçbir cami bulunmuyor. Caminin hemen arksında ise bir diğer ören yeri Roman Market bulunuyor. Bu arada bir dipnot olarak Akropolis için 12 Euro karşılığında alacağınız biletle 4 gün boyunca -müze dışında- bu bölgedeki tüm tarihi yapılar ve alanlara giriş hakkınız oluyor.
Yoğun ve yorucu bir gün geçirdiğimize göre güzel bir yemek ve eğlence için de doğru yerdeyiz. Hem lezzet hem menü içerikleri hem de bütçe rahatlığı açısından bize çok yakın Atina. En pahalı yerinde bile makul fiyatlarla masadan kalkılabilir. Kendinizi yurt dışında hissetmeden tüm menüye hakim olacaksınız. Her şey tanıdık. Akdeniz’in, Balkanların, Anadolu’nun tüm nimetleri ve verimliliği yansıyor tabaklara. Yeşillikler, salatalar, mezeler, deniz mahsulleri şahane ve hâlâ doğal. Enginar, bamya, fava, sarma ortak isimli, ortak tatlarımız. Bu kadar değil elbette. Mesela caciki: malumunuz cacık. Her zaman sarımsaklı oluyor. Tzatziki de kuru cacık. Feta Cheese: bildiğimiz geleneksel beyaz peynir. Greek Salad: Çoban salatasının komşu versiyonu. Diğer küçük isim değişikliği olan ortak tatlarımız keftedes (köfte), dolmades (dolma), moussaka (musakka), homus (humus), fasolada (kuru fasulye), boureki (börek). İmambayıldı aynı isimle anılıyor ancak bizde patlıcan ve kıyma üzerine domates ve salça eklenirken Yunanistan’da farklı olarak peynir rendeleniyor. Mücveri de kabak ve başka sebzelerle çok güzel yapıyorlar. Adı “kreminidokeftedes” olarak geçiyor. Her zamanki favorim kuru domates. Doğanın bu leziz hediyesini çok başarılı şekilde kullanmış Yunan aşçıları. Tütsülenmiş gibi bir kurutma metodu var galiba ve zeytinyağı ile birleştiğinde içine girdiği her salataya renk ve lezzet katıyor. Damak çatlatan tatlardan diyebiliriz. Souvlaki (Souflaki) var tabi. En meşhur et yemeklerinden. Domuz çöp şiş diyebiliriz. Koyun etiyle de bulunabilir. Sikotakia: tavuk ciğeri. Gyros: Döner. Tavuk ve domuz eti yaygın olanları. Balıklar: İşte yabancı dil bilgisi kısıtlı olan bir Türk’ü en mutlu edecek balık menüsü. Barbounia tiganita, garides, kalamarika, kefali, barbuni iki kez okunduğunda ne olduğu anlaşılır yemekler. Ayrıca ahtapot ve karidesin de envai çeşidi bulunabilir. E tabi tatlılardan da bahsetmeli. Özellikle Kavala Kurabiyesi ve geleneksel un kurabiyesi pek meşhur. Damla sakızlı olanı bonus. Özellikle Selanik’te bolca bulunan damla sakızı Yunanistan’ın genelinde de çok seviliyor. Malum damla sakızı tüm dünyada sadece Ege’de. Hamur işleri çok yaygın olmasa da kuru baklava bulmak her daim mümkün.
Ve tabi taverna, rembetiko, Ege şarkıları ve mutfağı demişken yanına eşlik edecek olan uzodan başkası olamaz. Rakının Akdenizli Arak’la birlikte yakın arkadaşı. 40 millette, kırk isimle benzer içkiler var ama rakı sofrası bizim. Bizim derken Ege’nin iki kıyısının. Bir kadehin arkasından kimi zaman dünyayı kurtarma, kimi zamansa yeri yerinden oynatan bir eğlencenin parçası olma sadece Türkiye’de ve Yunanistan’da var desek yeridir. Sonuçta, Egenin rüzgarı yüzünüze vururken dalgalar ve buzukiler tırmalasın kulağınızı. Tadını çıkarın, dostluklar kurun, sonuna da ama Türk ama Yunan adıyla bir acı kahve ekleyin. Afiyet olsun.
Tavernalardaki geleneksel Yunan gecelerine alternatif arayanların hedefi popüler mekanların bulunduğu ve yerlilerin de severek takıldıkları bir semt olan, Atina gece hayatının kalbinin attığı Gazi. Technopolis isimli eski bir gaz fabrikası ve çevresindeki mekanlar dünya standartında. Hafta sonları tıklım tıklım olan bu bölgede her türden gece kulübü, restoran ve bar bulmanız mümkün. Alanlarında dünyanın en iyileri arasında sayılan barlar eğlenceye düşkün, gece hayatına meraklı okurlar için tek başına Atina seyahatinin sebebi olabilir.
Eğer geç saatlerde tehlikeli olacak mahalleler konusunda bir kaygıya sahipseniz Omonoia, Tositsa ve Koumoundourou meydanları ile özellikle Evripidou & Sofokleous sokaklarından uzak durmalı. Omonia Meydanı şehrin eskiden daha önemli olan, kalabalık, ancak nispeten dışında bulunan meydanlarından biri. Önceliğimiz değil ama fazla vakti olan gezginlerin ziyaret etmesi, geçerken Atina Belediye Binası’nı da görmesi mümkün. Ulusal Arkeoloji Müzesi yolumuzun üstünde bulunan bu meydan ve çevresi biraz fazla kozmopolit bir yapıda. Atina şehri olağanüstü kaçak göç alıyor. Hem Avrupa’nın açılış kapısı oluşu, hem AB üyeliği hem de çoklu deniz kıyıları Yunanistan’ı ve elbette Atina’yı milyonlarca Afrikalı ve Orta Doğulu için umut kapısı yapmış. Göçmenlerin yoğunlaştığı Omonia civarındaki sokaklar pek tekin değil. Özellikle geceleri.
Omonia’nın biraz ilerisindeki Exarcheia ise öğrencilerin, sanatçıların, anarşistlerin bölgesi. Bu bölgede bankalara, şirketlere, karakollara, kısaca otorite ve kapitalizmi sembolize eden her şeye aşırı bir tepki var. 2008 yılında ayaklanmaların başladığı bu bölgenin sert bir imajı olsa da, organik gıda satan yerler, kitapçılar, çizgi roman dükkanları ve elbette her yanı sarmış graffitiler ile görülmeye değer bir bölge. National Archeaological Museum yani ulusal Arkeoloji Müzesi de burada. Onlarca müze olan bu şehirde, sadece bir müzeye ayıracak vaktiniz varsa mutlaka orjinali 1866’da yapılmış olan National Archaeological Museum’u gezmelisiniz. Günümüze dek Yunan sanatını besleyen kültürlerden bugüne ulaşabilmiş her tür sanat eseri bu müzede yerini almış. 48 odadan oluşan müze iki katlı. Yunan heykel sanatının en önemli koleksiyonunu ve Avrupa’daki dördüncü en önemli Mısır sergisini burada görebilirsiniz. Müze genel olarak heykel sanatı üzerine yoğunlaşmış. M.Ö. 700’lü yıllardan Bizans dönemine dek heykel sanatının kronolojik olarak gelişimini takip etmek ve her odada bir öncekinden daha ihtişamlı heykelleri merakla takip etmek çok keyifli. Tarih öncesi koleksiyonda özellikle M.Ö. 1500’lerden kaldığı tahmin edilen altın Agamemnon Maskesi görülmeli. Enteresan figür ve öyküleriyle zengin lahit koleksiyonu ve sualtı arkeolojisine ayrılan bölüm de çok ilginç. Vaktin su gibi geçtiği bu kapsamlı müze için en az üç saatinizi gözden çıkarmalısınız. Arkeoloji Müzesi’nin biraz ilerisinde kolaylıkla bulacağınız endüstriyel tasarımlı modern binada yer alan Hellenic Motor Museum ise otomobil meraklılarını fazlasıyla memnun edecek türden çok zengin bir başka müze.
Atina’da görülmesi gereken bir diğer ünlü müze ise Kolonaki bölgesinde işadamı Antonis Benakis’in özel koleksiyonun sergilendiği Benaki Museum. Müzede sergilenen eserlerin tarihi M.Ö. 7000 yıllarına kadar uzanıyor. Helenistik ve Roma dönemine, Hristiyanlık dönemine ve Ankara, Kapadokya, Batı Ege Yunanlılarına ait eserler oldukça ilgi çekici. Bu müzenin dışında ulusal Tarih Müzesi ve Atina Şehir Müzesi’nin de bulunduğu şehrin en gözde semtlerinden biri olan Kolonaki için Atina’nın Nişantaşı’sı diyebiliriz. Şehrin en şık ve havalı semti. Her yerde tasarımcı butikleri, restoran ve açık hava kafeleri var. En popüler caddeleri Voukourestiou ile Panepistimou. Monastiraki’den Kolonaki’ye yürüyerek yarım saatte gitmek mümkün. Syntagma Meydanı’nı Kolonaki’ye bağlayan bulvar boyunca konsolosluklar sıralanıyor. Bu bulvarda yer alan eski evlerden biri müze olarak kullanılmaktadır. Ev eskiden Yunan diasporasının ünlü ailelerinden Benakilere aitmiş.
Kolonaki semtinin hemen yanında, şehrin ortasında yükselen üçgen şehrinde dik bir tepeyi mutlaka göreceksiniz. Burası Lykavittos Tepesi. Şehrin en iyi manzarasının bu tepede. Çünkü Akropolis’teyken manzaranızda bizzat kendisi eksik kalıyor. Akropolis ve arkasında Sarokinos Körfezi ile harika bir panoramik manzara sizi bekliyor. Tepedeki St.George Şapeli’nin yanında fiyatları biraz yüksek olan güzel bir cafe restoran mevcut. Şapelin biraz altında bir noktaya Ploutarchou Caddesi’nden teleferikle çıkış 7 €. Alternatif olarak taksi tercih edilebilir ama her şekilde yürümeniz gerekecek. Ancak her adımınıza da değecek.
Şehirden biraz uzaklaşmak isteyenler Pire’yi görmek üzere 30 dakikalık bir metro yolculuğuna çıkabilir. Şimdi endüstriyel ağırlıklı bir semt ve halen önemli bir liman bölgesi olmaya devam ediyor. Öncelikli listemizde değil ancak vaktiniz varsa deniz kenarı yürüyüş için değerlendirilebilir. Atina’dan bir günlüğüne adalar turu yapmak isterseniz, en yakında Saronikos Adaları var. Tapınaklara doyamadım, biraz da kumsal görsem fena olmaz diyenler ise bir günlerini Attica’nın güneybatı ucunda yer alan Sounio Bölgesi’ne ayırabilirler. Adına yakışır şekilde deniz kıyısında yüksek bir yamaçta yer alan Poseidon Tapınağı’nın bulunduğu bölgede denizler tanrısının gözetminde plaj keyfi yapmak, Ege Denizi’nin tadını çıkarmak mümkün.
Komşu başkent Atina hemen yanı başımızda olması, ulaşım alternatiflerinin bolluğu, ortak kültürümüz, tarihi ve şehrin insana verdiği yaşam enerjisi ile gezilecek yerler listenizin içinde hatta listenin en başlarında yer alması gereken şehirlerden biri. Yeni kuşaklar karşılıklı ziyaret ettikçe birbirimizi tanıyacak ve ön yargılarımızı yıkacağız. Ege kıyılarındaki dalgalar çok daha fazla barış taşıyacak ve dalgaların hışırtılarına ancak zeybek ile sirtaki eşlik edecek. Minimum ön yargı ile giderseniz, göreceksiniz ki öğretilenle yaşanan çok ama çok uzak, oysa ki kıyılarımız çok yakın.