48
havadan sudan
Şehir dışındayım. Önümde beyaz bir
sayfa, tükenmeyi bekleyen mürekkep
kalemimin ucunda... Kelimeler anlam
bulmak için sıra bekliyor. Ama benim
içim kıpır kıpır yine durduğum yerde
duramıyorum.
İki sokak ötedeki kahveye doğru
yürümek için kalktım. Şehrin dışında
yaşamanın sürprizlerinden biri de
aniden ortaya çıkan bir koyun sürüsü
ile karşılaşabilmekmiş. Yeni doğmuş
kuzuların koşturmaları neşelendirdi
beni. Ne kuzucuklar ne de yol
kenarında tomurcuklanmış çiçekler
hiç düşünmüyorlar; hava soğuk ya da
rüzgâr kuvvetli... Akıllarına gelmiyor
“Acaba açsam mı, açmasam mı?
Doğsam mı, doğmasam mı?” demek…
Doğada her şey “an” be “an” ölmeye
ve ardından dirilmeye devam ediyor.
Kahvedeki hoparlörden yükselen müzik
ruhumu serinletirken, kahvenin sıcaklığı
içimi ısıtıyor. Kaç kez gelgitler yaşıyoruz
ömrümüz boyunca, gecelerimizi
süsleyen ayın oyuncağı olan deniz
suları gibi… Kaç kez ölüp dirildiğimizin
farkında olabiliyor muyuz?
Karşımdaki adamı izliyorum,
kapkara olan gözleri iyice kararmış
düşüncelerinden belli. Selamlaşıyoruz
ve öyküsünü dinliyorum bir süre
sonra. Az kelimeyle çok şey anlatmaya
çabalıyor. Çok başarılı, genç
yaşta maddesel tüm imkânlarına
kavuşmuş. Evlenmiş boşanmış iki
kez. Kurallara uymuş, çoğu zamanda
uyar gibi davranıp kendi kurallarını
yaratmış. Yol arkadaşlarını bulmuş,
kaybetmiş, kırmış, kırılmış. Ve ördüğü
görünmez ağların içinde aslında az
önce gördüğüm tomurcuktan farksız
olduğunu hissediyorum. Tekrar
tekrar açıp renklenen sonra solup
rüzgârla biçim değiştiren ama asla
yok olmayan baharlıklar gibi. Ama
güvensizlik ve korku sarmış içini. Kime
neye inanacağını bilemez durumda.
Düşüncelerinden sıyrıldığında şunu
söyledim. Her aldığın karar yeni bir
hayat değil mi? En doğrusu senin
doğrun, en güzeli senin kalbin. Nasıl
ki mutsuzluktan korkarak mutlu
olunamazsa insan; yok olmaktan
korkarak da var olamaz. Yaşamak
başka insanların ilgisine, sevgisine
paralel bir şey değil. Ben zenginim, ben
aşığım, ben mutluyum diye sunulacak
bir şey değil. Yolculuk sadece
yaşamak... Kalkıp giderken yanımdan;
kapkara gözlerinde “büyük” dünyasını
kurtarmak için biraz heves vardı. Ve
özlem vardı, içindeki çocuğu özgür
bırakmak için…
Diriliş, doğum gibi sancılı, riskli ve
süresi belirsiz. Bunu tecrübe etmek
zor ama bir kardelen olmak gerek belki
de? Bir baş kaldırış... Kardelen sadece
içindeki aşkı bulmaya, yaşamaya
çalışır. Karlara meydan okumasındaki
gücü inancından, başını kaldırıp
yeryüzüne çıktığında güneşin onu yok
edeceğini bilmesi cesaretinden geliyor.
Aslında her günün doğumunda yolun
başındayız. Yirmili yaşların yerine kırklı
yaşların ya da altmışlı yaşların planları,
umutları alıyor. Düşüncelerimizde
asla yalnız değiliz çok kalabalığız
bence. Her an herkes birbirinin aklında
ve bir şekilde hayatında. Dirildikçe
zenginleşiyor dünyamız, renkten renge
giriyor. Hiç birimizin galip gelmediği
hırçın bir kavganın içinde olmaktan
sıkılmış birçoğumuz artık.
Bahar yaklaşıyor. Dönerken
düşünüyorum; görecek kaç sabah,
yapılacak kaç tercih, basılacak kaç
kum tanesi var daha? Sadece bu sabah
keşfettiğim; yaşamaya tutsak olmak...
Bir sabah öyküsü
Her sabah bir diriliş, her bahar bir uyanış, her tohum bir can,
her yokoluş bir varlığa dönüştür.
Nazan Aşkalli