146
köşe
Çoğumuzun unuttuğu postane yollarını
aşındıran, kapıyı çalan postacıya
hasretle koşan ve sevdasını zarflarda
saklayan bir neslin çocuklarıyız biz.
Pek çoğumuz ilkokuldaki mektup
denemeleri dışında iki satır yazmadı hiç
kimseye ve faturalar dışında hiçbir zarf
gelmedi adımıza. Bu yüzden belki artık
mahalle postacılarımızı tanımıyoruz ve
zaten otomatik ödemede olan fatura
zarflarını ciddiye almıyoruz.
Hızlı akıyor zaman bizim için,
bencilliğimizin de cabasıyla hayatı
hem kendimize hem sevdiklerimize
zindan eden haller içinde olmamız
da bu yüzden. Çok eski değil
bizden yalnızca bir nesil önce anne
babalarımızın aşklarını düşlüyorum.
Bir kez söylemişler birbirlerine
sevdiklerini ve ilk ayrılıkta söz vermişler
bekleyeceklerine birbirlerini. Bekleyen
kadın hiç kaybetmemiş ümidini ve
hiç düşmemiş aklına gidenin geri
dönmeyeceği, adamsa gittiği yerde
hep özlemiş hep beklemiş ve görmemiş
dünyanın başka hallerini. Hep yazmışlar
yüreklerinden geçenleri kağıtlara kimi
zaman kız kulesi olmuş zarflarının sağ
köşesinde kimi zaman bir şehrin kalesi,
yarım kalmış cümleler bazen; hasretten
sonu gelmemiş. Ve hiç vazgeçilmemiş
beklemekten, beklentilerin ne kadar
alçak olduğundan habersiz; haber
gelen sevdiceğe umut bağlamaktan.
Şimdi kendimize bakalım 2 saat
haber alamazsak hızlı sevdiğimiz
sevgilimizden; dünyalar başımıza
yıkılıyor, ya aldatıldık ya kandırıldık
sanıyoruz. Bunu belli etmek
istemediğimiz için seni merak ettim
cümlelerine sığınıyoruz. Oysa bu kadar
yoğun merak edilesi bir hadise mevcut
değil günümüzde, ortalama sağlıklı
bir insanın başına gelebilecekler
ortada. Hiç birimiz “superman”
ile birlikte değiliz ve dünyanın en
vahşi ülkesinde yaşamıyoruz. Asıl
merakımız hızlı başlayan her şeyin
hızlı tükeneceğinden. Bu yüzden
tahammülsüzlüklerimiz, bu yüzden
egolarımıza yenik düşmelerimiz ve her
detaya hakim olma arzumuz. Ardımızı
döndüğümüzde dolaplar dönecek
ve bir hemcinsimiz bizim saflık oranı
zeytin yağına denk sevgilimizi kapacak
korkusuyla sorulara soruyor, farkında
olmadan hızlı başlamış aşklarımızı
kendi ellerimizle boğuyoruz.
Postacının getireceği hasret kokan
mektupları her an cebimizde taşıdığımız
telefonlarımıza düşen zarf simgeleri ile
değiştirdiğimizden, elimiz kalemden
çok klavyelere değdiğinden ve
hislerimiz hayatımıza yetişemediğinden
beri sevdalarımızı da hızlandırdık,
özlemlerimizi, arzularımızı da. Malum
hiçbir şeyi beklemeye tahammülümüz
yok yazıp gönderelim mesajlarımızı,
what’s up’tan online olduğumuz her an
takip edelim herkesi.
Güzel olan ne varsa geride kaldı
hissiyle mutsuz olmayı seçmek için
bir sürü sebebimiz var. Ve tek bir
sebep hayranlık beslediğimiz nostaljik
aşkları yaşamamız için “inanmak”
önce kendine, sonra karşında sevgilim
dediğin insana. Sonrasında iş düşünce
başa hiç vazgeçmemek, varsın
modernizme aykırı olsun ona güvenmek
ve sorularla boğuşmak yerine sözlerine
kulak vermek. Dinlemek, her sözünü
değerli bilmek, her anın değerini birlikte
hissetmek. Bunlar sararmış bir mektup
sayfasında okunan sözler değil,
içinizde yaşarken yaşam hızınızdan fark
edemedikleriniz. Bir insanı sevmekle
başlıyorsa her şey hiçbir zaman
eskimez aşka düşen yüreklerdeki izler.
Elinden tuttuğun el olmadıkça sen
vazgeçme içindeki aşka inanmaktan.
Zaman değişse dahi dönüşen insanın
özünde hep aynı kaygı, sevdiğin kadar
sevileceksin, yenilme yenilenen aşk
oyunlarına.
Vazgeçme
Kalemin kağıda değdiği, hasret
kokusunun kelimelere sindiği ve
kimi yeri gözyaşları ile ıslandığı
için okunması güçleşen
mektuplar. Eski aşkların en
güzel tanıkları, en gizli sevda
sözlerinin ağır işçileri.
Dilek Şen