89
Erwin Piscatur, Arslan Asker
Şvayk oyununda oyuncunun
yürüdüğü yolu arkasından
geçen film şeridi ile koymuş
sahneye. Oyuncu olduğu yerde
yürürken arkada hareket eden
bir yol vardı. Sonraları, sahnede
her şey çok gerçekçi olmaya
başladı. Biz, o gerçekçilikten
soyutlanmaya çalışıyoruz.
Çünkü o gerçekçilik sinemadaki
gibi olmuyor. Düşünün;
dünyanın en güzel katedralinde
bir film çekilse seyirci “Ne
güzel katedral bu” der. Ama
o katedrali sahneye yapsak,
“Aynısın yapmışlar; ne güzel”
der. Bu durum bize, tiyatroda
asıl olanın konvansiyon, yani
seyirci ile sahnenin uzlaşması
gerekliliğini anlatır.
Tiyatronun asıl amacı da
seyirciyle kurulan bağdır
öyle değil mi?
Siz seyirciyle uzlaşma noktanızı
ortaya koyacaksınız sahnede.
Çünkü seyirci geldiği zaman
bunun için, sizinle uzlaşmak
için gelir tiyatroya. Siz seyirciye
sahnede gördüğü yerin Roma
olduğunu ya da Mısır olduğunu
söylerseniz seyirci bunu
kabullenir. Kabullenmeye hazır
gelir zaten oraya. Onun tek
istediği, sahnede gördüğü yerin,
ona söylenen yer olduğunu
anlayabileceği, inanmasını
kolaylaştırabileceği küçücük
bir işaret. Bir telefon kulübesi
etrafında bütün bir dünyayı
oynayabilirsiniz. Tiyatro bu
kadar geniş imkânlar sunar
insana. Sahnede hiçbir şey
kullanmadan, seyirciye oranın
uzay olduğuna inandırıp
oynamanız da mümkün.
Seyircinin tek istediği, uzay
olarak kabul etmesi istenen
sahnede bunu bozacak bir şey
olmasın.
Sinemadaki gerçeklik
gibi mi?
Sinema çıktıktan sonra
tiyatronun geride kaldığından
bahsedenler var. Bu da hiç
doğru bir düşünce değil. Nasıl
fotoğraf makinesi çıktıktan sonra
resim sanatı geride kalmadıysa,
sinemanın varlığı da tiyatroyu
bozmaz. Her şeyden önce
anlatım teknikleri farklı iki
sanat. 20. yüzyıldaki iç içe
geçmişlik bu iki sanatın anlatım
dili aynıymış yanılgısını çıkardı
ortaya. Oysa tiyatro sanatının
dili sınırsızdır. Seyirciyle karşılıklı
yüzleşmeyi sağladığın sürece
her şeyi yapabilirsin.
Bu yüzleşme de ancak
tiyatroda hareketin
doğru uygulanmasıyla mı
mümkün?
Herkesin içinde bir dünya var ve
tiyatro metindeki hareketleriyle
o dünyaya hitap ettiği sürece
oyuncunun ayrıca hareketlerde
bulunmasına gerek yok.
Örneğin bir ressam, resminde
bütün çizgileri çizmez. Eksik
bıraktığı çizgiyi o resme bakan
göz tamamlar. Tiyatroda da
doğru bir hareket planlaması
yapıldığında her şey birebir
anlatılmak zorunda değildir. Tek
bir tabure üzerinde bir adam
altı, yedi hikâye anlatılabilir. Her
şeyi birebir oynamak zorunda
da değil, anlatarak yarattığı
mizansen seyirciye yeterli olur.
Çünkü bir cümle bir hareketi
verebilir, vermelidir. O hareketi
oyuncunun sahnede, fiziksel
olarak tekrar etmesine gerek
yok. Ama eğer metin rejisöre ya
da oyuncuya hareket kabiliyeti
vermiyorsa, o metin eksik bir
metindir. Çünkü tiyatro, bir
eylemin taklididir. Hareket yoksa
sadece anlatımla tiyatro olmaz
ama sadece hareket var hikaye
yoksa yine tiyatro olmaz. Kendi
içinde eylem içermeyen bir
cümleyi, oyuncu sahnede takla
da atsa seyirciye anlatamaz,
aktaramaz. Bu yüzden tiyatro bir
felsefe, bir tarih ya da bir destan
değildir. Tiyatro nevi şahsına
münhasır bir sanat dalıdır.
Anlattığı hikaye edebi açıdan
değerli olabilir ya da olmayabilir.
Edebi açıdan değersiz bir
hikâye de tiyatro için önemlidir
ama bir tek kıstası vardır;
hikaye kendi içinde hareket
barındırmak zorundadır.
if the text does not provide
the ability for movement to the
director or the actor/actress,
there is something missing in
that text. Because theater is the
imitation of an action. There is
no theater if there is no action,
but there is no theater as well if
there is only action and no story.
An actor/actress cannot transfer
a sentence with no inherent
action even if he/she somersaults
on stage. Hence, theater is not
a philosophy, history or epos.
Theater is a sui generis form
of art. The story it depicts can
have literary value or not. A story
that has no literary value can be
important for theater but with
only a single criteria; the story
should have an intrinsic action.