82
"HAYATIMIZIN birtakım ehemmiyetsiz
teferruattan ibaret bulunduğunu
görüyordum. Bizim mantığımızla
hayatın mantığı asla birbirine
uymuyordu. Bir kadın, tren
penceresinden dışarı bakabilir, bu
sırada gözüne bir kömür parçası kaçar,
o ehemmiyet vermeden bunu ovuşturur
ve bu mini mini hadise dünyanın en
güzel gözlerinden birini kör edebilirdi.
Göz mü mühim, kömür parçası mı diye
düşünmek nasıl aklımıza gelmiyorsa,
ve bütün bunları nasıl hiç mütalaa
yürütmeden kabule mecbursak, hayatın
daha başka türlü birçok cilvelerine
de aynı tevekkülle katlanmaya
mecburduk."*
"Hayatımızda, geriye dönüşü ya da
telafisi olmayan "an"lar var.
An:
Zamanın bölünemeyecek kadar
kısa parçası, lahza (TDK Güncel Türkçe
Sözlük). Zamanın bölünemeyecek
kadar kısa bir parçası, insanın
yaşamının seyrini değiştirebiliyor. Bir
"an"lık dikkatsizlik, bir "an"lık öfke, bir
"an"lık dalgınlık, bir "an"lık kontrolünü
kaybetme... "An"lık hezeyanlar sonucu
tek gidişlik biletler kesiliyor. Köprüler
atılıyor, gemiler yakılıyor. Ve bir "an"da
anlayabiliyorsun ki, "benim" dediğin
pek çok şey aslında hiçbir zaman
senin olmamış. O "an"a dek yaşadığın
hayat baştan sona bir yanılsamaymış.
Saat 12'yi vurmuş, Cinderella'dan
Külkedisi'ne dönüvermişsin. Çevreni
saran o kalabalık, prens sandığın
adam, döne döne dans ettiğin
saray buhar olup uçmuş, bir başına
kalakalmışsın.
"Bir insanın bize her şeyini verdiğini
zannettiğimiz anda onun hakikatte bize
hiçbir şey vermiş olmadığını görmek,
bize en yakın olduğunu sandığımız
sırada bizden, bütün mesafelerin
ötesindeymiş kadar uzak bulunduğunu
kabule mecbur olmak acı bir şey.
Bunun böyle olmaması lazımdı…"*
Ama olmuştur bir kere. Bir anda...
Çok daha farklı bir yarına uyanmaya
neden olacak bir "an"da...
Hayata ve insanlara -en sevilenlere
bile- bir daha aynı gözle bakamamaya
neden olacak bir "an"da...
"Her şeyin bir hayal, aldatıcı bir
rüya, tam bir vehim olduğu ortaya
çıkınca ne yapılabilirdi? Bu sefer
inanmak ve ümit etmek kabiliyetini
ben kaybetmiştim. İçimde insanlara
karşı öyle bir itimatsızlık, öyle bir acılık
peyda olmuştu ki, bundan zaman
zaman kendim de korkuyordum. Bana
yaklaşmak isteyenlerden kaçtım. En
çok kendime en yakın bulduğum veya
bulacağımı zannettiğim insanlardan
korkuyordum. “O bile böyle yaptıktan
sonra...” diyordum. Bazen kendimi bir
müddet için unuttuğum, bir insanda
kendime yakın taraflar bulduğum
oluyordu. Fakat kafama, çıkmaz bir
şekilde yerleşmiş olan o korkunç
hüküm, derhal kendini gösteriyor:
“Unutma, unutma ki, o sana daha
yakındı… Buna rağmen böyle yaptı…”
diye beni hakikate davet ediyordu.
Herhangi bir kimsenin bana bir adıma
kadar yaklaştığını görüp ümitlere
düşsem, hemen kendimi topluyor:
“Hayır hayır, o bana daha çok
yaklaşmıştı, aramızda artık mesafe
bile kalmamıştı… Fakat işte sonu!”
diyordum. İnanmamak, inanamamak…
Bunun ne kadar korkunç olduğunu
her gün, her an hissediyordum…
Ne lüzumu var? Yeni aldanmalara,
yeni inkisarlara düşecek olduktan
sonra ne lüzumu var?” diyordum.
Dünyada bir tek insana inanmıştım.
deli kızın defteri
Gözde Aral
Çok klişedir, bir o kadar da doğru; pamuk ipliğine bağlı hayat.
Küçük şeylerdir aslında hayatımıza yön veren. İletilen e-postalara
konu olan rahimde taşlaşmış cenin gibi, doğmamış, doğamamış
hayatlarla doluyuz. Girilmeyen sokaklar, dönülmeyen dönemeçler,
açılmayan kapılar kim bilir ne farklı sonuçlara gebe… Ve hepsinin
de düğüm noktası şu küçük şeyler: kaçırılan vapur, çalınan kapı,
küçük bir tebessüm, ya da patlayan bir lastik… Her gün onlarca
minik detay yönlendiriyor hayatımızın seyrini, rotamızı çiziyor.
Bir anda…