27
OĞLUMUZ soğuğun kemiklere işlediği,
güneşli bir kış günü Montreal’de
doğdu. Umut ismini doğmadan önce
düşünmüştük. Her ana baba gibi
beklentilerimiz vardı. Küçücük haliyle
ihtiyacımız olan güveni verdi bize. Onu
kucağımıza alır almaz anladık onun
Umut olduğunu. Daha uygun bir isim
olamazdı onun için.
Umut doğmadan eşimle bir deftere
yaşadıklarımızı not etmeye karar
verdik. Bir tür seyir defteri olacaktı.
Umut için, bizim için. Zamanı gelince
Umut’la paylaşmayı planladığımız için
tüm yazdıklarımızda ona hitap ettik.
Defterin tek okuyucusunu Umut olarak
düşünmüştük. Bir süre sonra okuyucu
olarak kardeşi de eklendi. Aşağıda
okuyacaklarınız bu defterden alındı.
Umut’un varlığıyla kafamı çok
karıştırdığı, kendimi yoğun bir şekilde
sorgulamama neden olduğu bir dönem
olmuştu. Aldığım kısımları seçerken bu
dönemi ve “umut” kelimesinin kendi
içinde barındırdığı çelişkiyi düşündüm.
Beklentisiz umut olmuyor, umut
kelimesinin anlamının gereği bu. Ama
ya beklenen bilinmiyorsa? Umutlarınızdan
korktuğunuz oldu mu hiç? Benim oldu.
Paris, 25 Kasım 2011
Buradan şu zamana nasıl gidebilirim
acaba?
Her gecikmenin açıklaması
yapılabilir sanırım. Ama sana
yazamamamı anlaşılır kılacak herhangi
bir gerekçe bulamaz oldum oğlum.
Aylar oluyor, tek kelime yazmadım.
Makul bir özürün kabul edilebileceği
sınırı çoktan geçtik. O yüzden
gevelemeden sana olanları özetlemeye
çalışayım. Yapabileceğimden
şüpheliyim, bilesin.
Önceleri herşey normal görünüyordu.
Senin de bugün hayal meyal
hatırladığın o hiç bitmeyen
koşuşturmaca. Benim sonu gelmeyen
iş başvurularım, annenin her
dönemeçte tekrar başladığı doktorası,
önce Kanada’dan Fransa’ya, oradan da
Almanya’ya taşınmamız... Curcunanın
içinde nefes alamıyorduk ki yazalım
sana. Ya da öyle göründü bize.
Yaşanan anın içinden o anın öncesine
bakınca anlaşılır görünüyor herşey.
Gelecekten bugüne bakmaya kalkınca
anlamlar kıpır kıpır yerlerinde duramaz
oluyor.
Kelimelerin anlamları yerinde
durmazken, okuman için yirmi yıl
bekleyen bu notların hayatımızdaki yeri
ne yana düşüyor bilmiyorum.
...
Sözünü ettiğim bilememe hali, bizi
sorunun en önemli unsurlarından birine
getirdi.
Zamanı anlatmanın yolu nedir?
Zamanı betimleyen sözcükler akla
düştükleri an ile birlikte anlamlarını
kazanıyorlar. Dün, bugün, yarın,
birazdan, şimdi... “Hiçbir zaman”ı ve
“her zaman”ı bu genellemenin dışında
tutmalıyız tabi... (Ne de olsa bir tek
onların relatif pozisyonları yok zamanın
içinde.)
Seslendirildikleri anda, o ana göre
anlam veriyor zamanı tasvir eden
kelimeler. Yazıya dökülenlerinse kaderi
biraz daha farklı. Eğer metnin kendi
içinde zamanı yoksa, bir 19 yy. romanı
değil de bir matematik makalesiyse
örneğin, “şimdi” hangi günün hangi
saatine denk düşer? Böylesi yerlerde
kelimeler zamansız var olup, her
anın içinde başka başka zamanları
tarif ediyorlar. Sana yazarken bu
zamansızlık hissi köklendi yavaşça.
Bu yazdıklarımı okurken oğlum, “dün”
artık sadece dün değil, dün senin
doğduğun gün, büyüyüp ilk adımlarını
attığın gün, kardeşinin ameliyatından
önceki ve sonraki gün, üniversiteye
başladığın, aşk acısıyla kıvrandığın,
ilk çocuğunu kucağına aldığın gün. Ve
“bugün” benim bunları yazdığım, senin
yazdıklarımı okuduğun, okuduklarına
güldüğün, ağladığın, bana kızdığın,
anneni nasıl da olmayacak şeyler için
(mesela o çirkin kızlar için) üzdüğünü
hatırlayıp içinin cız ettiği gün. “Yarın”
ise sana bunları yazmayı kafamda
kuracağım gün olacak. Sana bu
bahsettiklerimin tümü, bugün, dün ve
muhtemelen yarın, yani belirsiz bir gün,
yaşanıyor, yazılıyor, okunuyor...
Sana yazma sıkıntımın arka planında,
basit bir fiil çekimi meselesinin çok
ötesinde, bilincimi zamansal parçalara
bölen, bu şizofrenik halin olduğunu
nereden bilebilirdim. Bunu fark
ettiğimde çoktan yazamaz olmuştum.
İnsanın en büyük düşmanı kendisiyse
eğer ve düşmanının düşmanı dostuysa,
kişi kendisinin nesi oluyor?
Bu iç sıkıntısı artık dayanılmaz olup
bir dosta yakınma vakti geldiğinde
problemimin etrafını eşelemeye
başladım. Dile getirebilmeliydim en
azından. Yuri Ivanoviç’i hatırlıyorsun,
değil mi? Olağanüstü zekası, dehşet
uyandıracak duyarlılığı olan, tüm
bunlarla birlikte dünya tatlısı olmayı
becerebilen bir adamdı.
Zaman içinde parçalanmış şuurumu
örnekleyen bir cümle oldu yine.
Yuri Ivanoviç’i daha dün gördüm.
Beni görür görmez gülümsedi, seni,
anneni sordu, kardeşinin sağlığını
uzun uzun konuştuk. Son makalem
üzerine tartıştık... Sen bunları okurken
Yuri Ivanoviç muhtemelen aramızda
olmayacak. Sakin konuşmasının tonu
hafızamızdan yavaşca silinmiş olacak,
yüzünün hatlarını hatırlamak için senin
kucağında olduğun fotoğraflara bakma
ihtiyacı duyacağız. Ama samimiyetini
akıl sağlığımız yerinde olduğu
sürece hep ferahlatıcı bir anı olarak
saklayacağız sanırım. Ama tüm bunları
kim bilebilir? Sadece sen oğlum. Şu an
okurken bunları, olacakları yani olmuş
olanları sen biliyorsun.
Yuri Ivanoviç ile buluşmaya gittiğimde
bunları ben bilmiyordum. Tren
istasyonu yakınlarında bir restoranda
buluştuk. Yine yağmurlu bir gündü.
Kaybolan, unutulan şemsiyeler ve
onların insanlardan bağımsız elden ele
dolaşarak geçirdikleri ömürlerinden
bahsettik. (Benim adım Kırmızı’daki
Para’yı hatırlıyor musun?)