60
kitabi
Emine Civanoğlu
“Aşkın en yüce işlevi, sevilen insanı
özgün ve yeri doldurulamaz biri
yapmasıdır. Aşkla mantığın farkı da
şudur: Aşkın gözünde bir kurbağa
pekala prens olabilir. Oysa mantıkçının
analizinde, aşığın, önce o kurbağanın
prens olduğunu kanıtlaması gerekir
ki bu girişim nice tutkunun parıltısını
körletmeye yeter. Mantık, aşkı sınırlar.
Descartes’in hiç evlenmemesinin
nedeni buydu belki de. Descartes
mantık çağının mimarıdır. 1628 yılında
Paris’ten, aşıklar kentinden, sırf orada
kafası dağılıyor diye kaçmıştır. Gidip
Hollanda’ya yerleşmiştir. 1649’un
sonlarında Stockholm’e davet edilmiş,
Kraliçe Christina’ya felsefe dersleri
vermesi istenmiş, Decartes bunu
hemen kabul etmiştir. Belki ücret
dolgundu. Bir nedeni vardı mutlaka.
Kraliçe Christina bu dersleri yatağına
uzanmış olarak dinlerdi. Çoğu zaman
çıplak olurdu.”
Geçmişten bazı anların hafızamızda
kokuları ile işaretlenmiş olmaları
şaşkınlık yaratıcıdır. O anı tamamen
unuttuğumuzu sandığımız halde bir
gün bir sokaktan geçerken ya da sıcak
bir rüzgarı demli bir çay gibi içerken
o anın kokusu bizi yeniden ele geçirir
ve ‘hatırlarız’. Kokunun hatırlatmadaki
kabiliyeti, sıradan bir günü hayatımızın
en önemli gününe çevirecek türdendir.
Kokunun bir insana ya da bir hayvana
yapabilecekleri kadar yaptırabilecekleri
de bir insanın ya da bir hayvanın daha
önce asla tecrübe etmediği kadar
inanılmaz şeyler olabilir. Sadece bir
kokunun peşinden giderek çözülmüş
kim bilir ne faili meçhul cinayetler,
ortaya çıkarılmış ne gerçekler, tarihin
sayfalarına kazınmış ne acayip
olaylar vardır. Kokunun bıraktığı izin
nelere neden olabileceğine dair kafa
yormalar sonucu yaratılmış hikayelerin
filmleri festivallerde dünyanın ödülünü
kazanmış, basit gibi görünen bir
koku izi yüzünden kuvvetle muhtemel
yeryüzü akla durgunluk verecek pek
çok olaya sahne olmuştur. Bir erkek
ceketinin üzerinde bir kaçamaktan
kalma görünmez bir koku izi yüzünden
tanrı bilir ki kaç aşk can çekişerek
ölüp gitmiştir. Tom Robbins, akıl
oyunları oynatmaya, bu oyunların
içinde okuruna bazen dehşet verici,
bazen de tadına doyulmaz cennet
bahçelerindeymiş gibi lezzet verici
maceralar yaşatmaya bayılan bir
yazar. Kendisi, insanın yani senin,
benim, evdekilerin, sokakta az önce
yanından geçerken halini düşündüğün
delikanlının geçmekte olduğu hayati bir
sınavın orta yerinde, hepimize birden
hayatın kendisini düşündürtüyor. Neyin
içinde olduğumuzu, neyin peşinde
olduğumuzu… Parfümün Dansı, bizi
mantıkla ve mantıksızlıkla, içgüdülerle,
akıl ve akılsızlıkla, zelve ve zevksizlikle,
şehvetle ve kokuşmuş bir ruhsuzlukla
aynı anda tanıştırıyor.
Tavşan devam ediyordu: “Koku,
ölmekte olan bir insanı en son terk
eden duyudur. Görme, duyma ve hatta
dokunma gittikten sonra, ölmek üzere
olanlar koku duyularına tutunurlar.
Böyle olması, biz parfümcülerin çalışma
alanının ne kadar önemli olduğunu
anlatmıyor mu? Koku, en eski anılarımız
için bir kanaldır. Beri yandan gelecek
yaşamımıza da bizimle birlikte girebilir.
Bu arada da insanı keyiflendirir,
hayal gücünü körükler, düşünceleri
biçimlendirir, davranışı değiştirir.
Geçmişle en güçlü bağımız, geleceğe
olan yolculuğumuzda en sadık yol
arkadaşımızdır. Tarihöncesi, tarih,
sonraki yaşam, hep onun alanıdır. Koku
pekala ebediyetin simgesi olabilir.
Bildiğiniz tarihin aslında başka türlü
yazılmasına ramak kalmış ama tam
o sırada bir şeyler olmuş da tencere
devrilmekten kurtulmuş gibi bir yeri
de var ve yazar da öyle tahmin ediyor
ki biz o yeri ne duyduk, ne gördük.
Parfümün Dansı’nda çıkacağımız
Kokudan daha kalıcı bir iz var mı
Parfümün dansı / Tom Robins