45
Yeşilin bu tonu, boya kalemlerinde yok.
Başı göğe ermiş ağaçların ortasından,
sanki bir tabloya usta bir ressam
tarafından çizilmiş gibi çok düzgün
bir yoldan, tek katlı, bahçeli, pencere
önleri çiçeklerle süslü evlerin önünden
geçiyorsun bu Orta Çağ kentine
girerken. Reie Nehri, Brugge’ü sardığı
kollarıyla seni de sarıyor. Daha kente
girer girmez insanın aklı, geldiği yerdeki
bütün gerilimleri, telaşları kutuya koyup
bir kuytuya kaldırıyor. Nasıl oluyor
da içine daha o an sonsuz bir huzur
ve sakinlik yerleşiyor anlamıyorsun
bile. Büyücülerin işi olsa gerek; zaten
cadılığın da Haçlı Seferleri sırasında
yalnız kalan kadın ve çocuklar için
1245 yılında bir kontes tarafından
Beginjhof’ta yaptırılan mahalledeki
bu evlerde başladığına inanılıyor.
2. Dünya Savaşı’nda Brugge’ün
bombalanmaması ve Orta Çağ’dan
kalan mimarisinin zarar görmemesi de
belki cadıların işi. ‘Köprüler’ anlamına
geliyor adı; kanalların üzerindeki
köprülerde hoplaya zıplaya çocukluk
günlerinden kalma bir neşeye akıyor
insan. Hayatına artık burada devam
etmek, her gün yeniden âşık olmak,
Arnavut kaldırımlı sokaklarda kendinle
yeniden tanışmak istiyorsun. O
sokaklarda pek çok butik otel de var.
Brugge’ün otelleri de evleri kadar
güzel. Zincir otellerden bazıları burada
da var elbette.
Etrafta gördüğün herkes cana yakın,
herkes güler yüzlü ve sanki herkes
gerçek olmayan bu kentin senin
Evden çıkıp nehre doğru yürürken dev gibi kara bir atın saçlarını savura savura çektiği ihtişamlı bir at
arabasıyla, peşinden bir tanesiyle daha, bir tanesiyle daha kim karşılaşıyor ki durup dururken. Kimin
normali ki bunlar. Bu manzaranın üstünden biraz da zaman geçince, emin olamıyor işte insan; öyle
bir yer vardı ve biz gördük mü? Brugge, sanırım bu dünyada bir yer değil; Belçika civarında büyük
ihtimalle bir beyaz delik var ve içine düşünce kendini 14. yüzyılda, Brugge’de buluyorsun.