41
düzene karşı ilgisizdir. Büyük Birader'in
acımasız diktatörlüğü altında hiç
tepki göstermeden yaşarlar. İnsanlar
doğdukları andan itibaren kontrol
altına alınır. Her yerde Büyük Birader’in
gözleri vardır. İnsanlar yaşamaya
devlet adına devam ederler. Romanın
baş kahramanı Winston Smith akıl dışı
bulduğu baskı düzenine muhalefet
etmeye, Büyük Birader'e meydan
okumaya çalışır. Direnişine Julia da
destek olur. Ne var ki, bir süre sonra
yakalanırlar. Akıl almaz işkenceler
görürler. İşkencelere dayanamazlar
ve birbirlerine ihanet ederler. Manevi
bir yıkım yaşayarak yeniden düzenle
bütünleşmek, eski yaşamın kurallarına
boyun eğmek zorunda kalırlar.
Diktatörlük kazanır. Baskı düzeninin
saçmalığını düşünecek, başka türlü bir
yaşamı düşleyecek ve bu doğrultuda
harekete geçecek tek bir kişi bile
kalmaz.
Orwell eserinde tepeden inme bir
baskıdan, dayatmadan, boyun
eğdirmeden söz ediyordu. “Büyük
Birader”, “Düşünce Polisi” gibi
kavramları ortaya koyuyordu.
Huxley insanları tektipleştirmek için
Büyük Birader ve türevlerine gerek
olmadığını, baskıyı gönüllü isteyecek,
düşündürmeyen bir sisteme razı olacak
bir yapıdan bahsediyordu.
Orwell sanatın yasaklanarak
yok edileceğini, Huxley sanata
uzaklaştırılmış insanlar nedeniyle
sanatın ilgisizlikten yok olacağını
anlatıyordu.
Orwell bizi olup bitenden habersiz
bırakacak, enformasyona el koyacak
baskıcılardan, Huxley ise gerekli
gereksiz, doğru yanlış her türden
aşırı enformasyon yüklemesiyle
şaşkınlaştırarak pasif hale sokacak
olanlardan çekiniyordu.
Böyle olunca da şu yorum mümkün:
Orwell’in asıl korkusu gerçeklerin
insanlardan gizleniyor olması,
Huxley’inki ise gizlenmeyen, ortada
olan gerçeklerin umursamazlık
nedeniyle önemsenmemesi haline
geliyordu.
Orwell tutsak, dayatılmış, planlanmış,
hesaplanmış bir kültürden bahsederken
Huxley önemsiz ve değersiz her şeyin
göğe çıkarıldığı, kokuşmuş, yozlaşmış
bir kültürden söz ediyordu.
Özetle, Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört romanında acımasızca denetlenen,
bastırılan insanları anlatırken, Huxley,
Cesur Yeni Dünya’da hazza boğulan,
duyarsızlaştırılan, pasifleştirilen
insanları anlatır. Bizi nefret ettiğimiz
şeylerin mahvetmesidir Orwell’in
inandığı. Huxley’in inandığı ise
sevdiğimiz şeylerin bizi mahvetmesidir.
Medyamızın büyük kısmının durumuna
bakınca haklı olan Huxley gibi
görünmektedir. Şu an Cesur Yeni
Dünya’nın atmosferinde yaşıyor gibiyiz.
Uzun zamandır Huxley’in gönüllü
tektipliliğini dayatmak için gerekli
olan yoğun medya bombardımanının
altındayız. Göğe yükseltilen önemsiz
ve değersiz şeylerin arasına sıkışmış
“gerçek gerçek”ler görülemiyor ne
yazık ki. Gerçeğin yerini almış yeni bir
yapay gerçeklik söz konusu.
Jean Baudrillard’ın simülasyon kavramı
tam da Aldoux Huxley’in anlattıklarıyla
örtüşüyor. Baudrillard, simülasyonu
“Gerçeğe ait tüm göstergeleri ele
geçirmiş ve gerçeğin yerine geçmiş
sahte” olarak niteler. Bahsedilen, sinsi
bir hipergerçekliktir. Gerçek yok edilmiş
ve yerine başka bir şey konmuştur.
Buradaki sahtelik, “bir gerçek ve onun
kopyası” olarak bahsedemeyeceğimiz
bir durumdur. Gerçeğin yerine başka
bir gerçek oturtulmuştur. Karşımızdaki
şey tektir. O da yeni sahte gerçeklik
olan simülasyondur. Gerçek kendini
aşmış, hipergerçek olarak değişmiştir.
Gerçek artık “gerçekten daha gerçek”
olandır.
Yazarlar, bilim adamları, fikir adamları
haklarındaki suçlamalar bile henüz
netleşmemişken hapishanelerde yıllarını
geçirirken sessiz kalıp, ekranlardaki
bazı yarışmalarda yaptığı saçmalıklarla
gündeme gelen şöhretimsilere ulaşmak
için çırpınıyorsak, toplumun milli
duygularını istismar ederek kamplaşma
yaratanlara dirsek çevirmeyip bilmem
kaç defa evlenmiş bir şarkıcının yeni
evliliği için programlarda ahkam
kesiyorsak, düşünsel yapıyı kontrol
altında tutmak için kültür yapısını
kasıtlı olarak değiştirenleri görmezden
gelip vurulan bir türkücünün yattığı
hastanenin önünde günlerce nöbet
tutuyorsak, insanları tüketime motive
ederek dayatılan dengesiz ekonomik
yapıları meşrulaştıranları unutup
desteklediğimiz takım yenilince
hırsımızdan hüngür hüngür ağlıyorsak,
yanlış bilgi ve haberlerle toplumun belli
konulardaki düşüncelerini etkileyenleri
hazmedip her ânımızı kayıt altına
alanlara hak veriyorsak, cinsellikten,
insanların umutlarından, yoksulluktan
rant elde edenlere kanıp çöpçatanlara,
dedikoduculara, sahtekarlara alkış
tutuyorsak; hipergerçeklikteki konforlu
yerimizi bulmuşuz demektir.
Soru şu:
Aldoux Huxley, 1931 yılında
yazdığı Cesur Yeni Dünya’da Jean
Baudrillard’ın simülasyon kuramını
öngörerek 2010’ların Türkiyesi’ni mi
anlatmıştır?
Cevap:
Sanki öyle ama...
Cevabın devamı yine Aldoux Huxley’in
bir cümlesinde gizli: “Siz görmezden
gelseniz de gerçekler varolmayı
sürdürürler.”
Yararlanılan Eserler:
Neil Postman, Televizyon: Öldüren
Eğlence, Ayrıntı Yayınları, 1994, çev:
Osman Akınhay
Aldoux Huxley, Cesur Yeni Dünya,
İthaki Yayınları, 2006, çev: Ümit Tosun
George Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen
Dört, Can Yayınları, 2011, çev: Nuran
Akgören
Jean Baudrillard, Simülakrlar ve
Simülasyon, Doğu Batı Yayınları, 2006,
çev: Oğuz Adanır