Dergi Bursa Aralık-2011 - page 45

43
Erken kaybedenler
/ Emrah Serbes
Hiç umudu olmayan erkeklere,
umuda lüzum olmayan tavsiyeler
BABAM ANNEME, “Sen bir şey istiyor
musun hayatım?” diye sordu. Ona
açık büfe sorular, bana tercihli. Nefret
ediyorum bundan. Babamla yolun
karşısındaki büfeye gittik. Kendine bira
aldı, anneme soda, bana da çilekli Max.
Çubukta kalan son parçaları sıyırdıktan
sonra Sedef’lere baktım, şemsiyelerini
kapatmış gidiyorlardı, ufaklık yine
ağlıyordu. Babama, “Bir fırt versene
şu biradan.” dedim. Annem dehşetle
baktı. Babam gülümsedi, birayı uzattı.
Tam kafama dikecekken annem aldı
şişeyi elimden, babamla beni sanki
ikimiz de sekiz yaşındaymışız gibi bir
tavırla süzdü. Çoğu zaman babamla
beraber anneme karşı aynı cephede
savaşıyormuşuz hissine kapılıyorum.
Kalbi aşık oldukları adamların ya
da kadınların ihanetleriyle kanayan
büyüklerinin ıstırabından habersiz
kanı sadece dizdeki yara zanneden,
aşkın büyük depremlerinde henüz
enkaz altında kalmamış ve aşkı
kızarmış ekmek üstünde balla
kaymak zanneden, hayatın en zor
sınavlarını dördüncü sınıftaki coğrafya
sınavlarından ibaret zanneden ve henüz
hayatla girecekleri sınavda kopya
çekilemeyeceğinden habersiz oğlan
çocuklarının hikayeleri… Mahalledeki
cami avlusunda akşam ezanına kadar
can hıraş top oynayan, çubuk krakeri
sigara niyetine tüttüren, sevdiğini
söylemeyi bilemedikleri için okul
yolundaki tek katlı evlerin çatılarına
çıkıp sevdikleri kızın kafasına kartopu
atan oğlan çocuklarının hikayeleri…
En kederli anda bile bir balonu
gürültüyle patlatıp neşeyi hüzne ilaç
yapan, annelerini meraktan çatlatıp
bir akşamüstü incir ağacının en üst
dalında kaybolan, küstüklerinde bir şişe
gazoza tav olan, aldıkları zayıfa gelen
azarla değil verdikleri güle gelmeyen
bir buse nazarla azar azar kavrulan
oğlan çocuklarının hikayeleri…
Hayatta aynı kızı sevmekten daha
büyük ne dert olabilir ki? Tatile
giderken annenle babanın seni
kamyonla kova arasında bir seçim
yapmaya zorlamalarından, ikisini de
yanına alamayacak olmaktan daha
büyük dert ne olabilir? Kantinde
harçlığın yetmeyince Merve’ye tost
ısmarlayamamaktan, sırf senden
15 yaş büyük diye bir kıza aşık
olmanın yanlışlığından, boyun kazık
kadar uzamışken hala sakallarının
çıkmamasından, tek başına bara
girememekten, itişirken camını
kırdın diye herkesin içinde mahalle
bakkalından bir ton azar yemekten
daha büyük dert ne olabilir?
Emrah Serbes’in Erken Kaybedenler
kitabı, onca yıl durup durup tam
taşınacaklarken açılan, sensorlu
lambalar kendisini yok sayıp
yanmayınca gururu kırılan ergenlerin
hikayeleriyle dolu.
İnsana o umutsuz ergenlik yıllarını
hatırlatmakla yetinmeyip zalimce o
yıllara ışınlayan bir kitap bu. Belli
belirsiz bir bakışla, nedeni belirsiz
bir gülüşle ayakları yerden kesilen
ve bu nedenle hayatı aklı beş karış
havada yaşayan ergenlerin aslında
biz olduğumuzu her satırında
yüzümüze vuran, bitiremeden uykuya
dalarsak rüyada bizi ele geçirmek için
başucumuzda pusuya yatan bir kitap.
“...ayrıca imkan olsa terör örgütlerine
veririm oyumu çünkü bu devletin
yıkılmasını istiyorum, çünkü annem
babam öldüğü zaman hiçbir şey
yapmadı bu devlet, ayrıca yasemin
düşünmek için süre istediği zaman
hiçbir devlet büyüğünün araya girip
işleri yoluna koymak için çaba sarf
ettiğini de görmedim. hep boş vaatler;
yaralar sarılmadı.”
Behzat Ç. adlı kahramanının
peşinden çoğumuzu Ankara’nın her
köşesinde katillerin, cinayetlerin,
sokak kavgalarının, esrarengiz
sırların ortasına sürükleyip polisiye
delisi yapan Emrah Serbes, Erken
Kaybedenler’de hepimizin ergenliğini
öyle bir anlatıyor ki, kitabı annemizden
terlik yediğimiz yaşların efsane gıdası
olan koca bir salçalı ekmeği yer gibi bir
tatla okuyacaksınız.
Afili Filintalar tayfasından Emrah
Serbes’in Erken Kaybedenler’ini bir
umut okumaya yeltenenlere peşin
peşin söylemeliyim ki bu kitabın bazı
yan etkileri de var. Mesela başınız
sıkıştığında vakit hangi vakit olursa
olsun hiç düşünmeden arayabileceğiniz
ve umut dolu sesini duymakla bile
huzurla dolabileceğiniz kişi kim acaba
diye düşünmeye başlarsınız; birisini
bulamazsanız yandınız.
“…kış geldiğinde sedef'i bütünüyle
unutmuştum. daha doğrusu şöyle;
hatırlayıp hatırlayıp unutmuştum. sanki
aramızda hiçbir şey yaşanmamış gibi.
alelade bir yaz aşkı gibi. sanki sedef
ancak ismi geçtiği zaman hatırlanan
hayalet arkadaşlardan biriymiş gibi.
sanki deniz kenarında bütün gün
kumdan kale yapmamışız gibi, sanki
pansiyonun sahanlığında yan yana
oturup konuşmamışız, yıldızlara bakıp
nedir bu kainatın esbabı mucibesi diye
düşünmemişiz gibi. unutmanın acısı,
ayrılığın acısından farklı. ayrılık hüzne
yakın, unutmak kasvete. yani birini
er geç unutmaya mahkum olduğunu
bilmenin kasvetinden bahsediyorum.
o kişinin parça parça silinip alakasız
hatıraların arasına karışmasından
bahsediyorum.(...)”
Bu yazıyı Alper Canıgüz’ün Murat
Menteş’in kitabının arkasına yazdığı
ve çok kıskandığım bir sözle bitirmek
isterim;
Ben sevdim, eller alsın.
1...,35,36,37,38,39,40,41,42,43,44 46,47,48,49,50,51,52,53,54,55,...140
Powered by FlippingBook