66
fotoğrafa yazı
anlattığı bir yazısında, vapurlardaki
çay servisleri ve çaylar için kullandığı
harikulade bir ifade vardı: “Islak
tepside, ılık çaylar…” Pek hoşuma
gider bu. Sizler de bilirsiniz o çaycıları
değil mi?
Nihayet Kadıköy’e yanaşıyoruz. Gerçi
yanaşsak ne olacak ki? Ben bir yere
oturup bir bardak çay içeceğim belki,
bir iki satır bir şey okuyup tekrar vapura
bineceğim. 15 dakika oturup, iki kez
söylememe rağmen çay getirmemiş
olan garsona iyi bir fırça kayıp kalktım.
Tekrar vapura binmeyi istiyordum.
Nereye gitsem? Tekrar Eminönü veya
Karaköy, olmadı Beşiktaş. Fark etmez
ki. Nasılsa gidecek yerim yok, öyle
dolanıyorum. Beşiktaş’a karar verip
iskeleye doğru yöneldim. Gitar çalan
bir çocuk gördüm, orada bekleşen
birkaç delikanlı, dikkatimi çektiler,
fotoğrafladım. Biraz daha yürüdükten
sonra, üzgün bir genç gördüm.
Kendime benzettim biraz herhalde.
Hikâyesini merak ettim ama sormadım,
bir fotoğrafını çekip yürümeye devam
ettim. Yaklaşık on dakika kalkış için
bekledim iskelede. Bu sıkıcı dakikaları
Beşiktaşlı taraftarlar neşelendirdi.
Sanırım bugün maç var (futbolla
hiç ilgilenmem ama en azından bu
tahmini yapabilirim.) Aslına bakarsanız
gençler çok neşeliydi, kızlı erkekli bir
grup, durmadan bir sürü şarkı, marş
ve tezahürat söyledi hep bir ağızdan.
Beşiktaş vapurunun adının Beşiktaş
olması ne hoş değil mi? Vapura
bindiğim an şu güzel kızla karşılaştım,
küçük bir kızın pencereden dışarıyı
seyretmesi kadar izlenesi bir şey var
mıdır acaba?
Tek fotoğrafçı elbette yalnızca ben
değildim. Yeni tasarlanan Şirket-i
Hayriye vapurları yüzünden neredeyse
aç kalacak olan martılar, bindiğim
vapurdan dolayı pek memnun,
balkonlarından atılan simitleri havada
kapıyorlardı. Ve insanlar bunun tadını
çıkarmasını da biliyordu. Karşı yaka
görünmeye başladı. Orada öylece
durup arada bir bana bakan bir
amca vardı, dikkatimi çok çekti, ben
de fotoğrafladım. Beşiktaş’ta trafik
yoğundu. Ben de Kabataş’a kadar
yürümeye karar verdim. Zaten çınar
ağaçlarıyla kaplı o yolu yürümeyi hep
sevmişimdir. Dolmabahçe sarayının
önüne geldiğimde, bir afacan,
kulübedeki polisleri güldürmek için
bin bir oyun yapıyordu. Yanımdan
bir bisikletli öyle bir hızla geçti ki
aklım fırlayacaktı. Ben de intikamımı
pan yaparak (bir fotoğraf tekniği)
aldım. Stadın önü kalabalıklaşmaya
başlamıştı. Zabıtaların uzaklaşmasını
bekleyen satıcılar duvar diplerini
mesken tutmuşlardı.
Sonunda yine yalnız ve güzel evime
döndüm. Sağ yanağıma konan
öpücüğün sahibini şimdi hatırlıyorum.
Yüzümde şapsal bir gülümseme ile
kendime kahve yaptım. Salona gelip bir
Cohen plağı daha koydum pikaba. Bu
sefer: The Stranger Song…