71
50 adede kadar bandrole gerek yok,
50 adedin üstü için ise fatura şart.
Faturası varsa isterseniz 1000 tane alın
(Türkiye’ye girerken gümrük vergisi
ödersiniz o ayrı konu tabi).
Puro demişken -bazılarınızın hayal
kırıklığını uğrayacağını biliyorum ama-
Küba purolarının esmer tenli latin
dilberlerin çıplak bacaklarında sarılarak
üretildiğine dair hikayelerin de bir şehir
efsanesinden öteye gitmediğinin altını
çizmek gerek. Diyorlar ki Küba’da
puro endüstrisinin başladığı yıllarda bu
puroları saran roller’lar (puro sarıcılar)
özgürlüğünü kazanmış Afrikalılar
arasından seçilirmiş ve fabrikalar
tropikal iklimin etkisinden dolayı çok
ama çok sıcak olurmuş. Hem hırsızlığı
önlemek, hem de serinlemek için
işçiler buralarda çıplak çalışılırmış.
Günümüzde ise puro fabrikalarında -en
azından ziyarete açık olanlarda- çıplak
latin güzeller filan yok. Havana’daki
onlarca puro fabrikasından sadece ikisi
ziyaretçi kabul ediyor. Bunlardan biri
ve en populer olanı 1827’de kurulmuş
olan Partagas fabrikası. Binadaki tütün
kokusu daha kapının önünde sizi esir
alacak inanın ve bu koku sayesinde
satış mağazasından birkaç puro
almadan çıkmayacaksınız. Günümüzde
bu fabrikalarda hem erkek, hem de
kadın roller’lar çalışıyor ve tavanlarda
büyük vantilatörler dönüyor. Puro
hazırlanan salonda roller’lar sıkılmasın
diye ya hoporlörden radyo çalınıyor ya
da yüksek bir yere oturan birisi yüksek
sesle kitap okuyor. Ziyaret etmek
herkes için ilginç bir deneyim olabilir.
Puro faslını kapadıktan sonra
Havana’nın, dolayısıyla Küba’nın
bir diğer ünlüsü “rom”un peşine
düşmenin zamanıdır. Atlantik
kıyısındaki büyük çiftliklerde çalıştırılan
kölelerin arasında doğan, Karayip
korsanlarının pek sevdiği sert bir
içki olan rom bugün hem tek başına
tatlı, karamelli, yumuşak içimli; hem
de hafif kokteyllerin vazgeçilmezi bir
içki. Romun ana maddesi sürprize yer
bırakmayacak şekilde şeker kamışı.
Üretimin detaylarını merak edenler
için şehir merkezindeki eski bir rom
fabrikası emirlerine amade. Burada
hem rom üretiminin her safhasını
görmek, hem de tarihçesi hakkında
bilgi sahibi olmak mümkün. Bu mekanı
mutlaka görmelisiniz ama müzeye
dönüştürülmüş olan fabrika kısmı için
değil. Hemen girişinde yer alan ve adını
Küba’nın uluslararası üne sahip olan
rom markası Havana Club’dan alan bar
için. Fazlaca turistik bir mekan olsa da
gün boyu barda sahne alan kadife sesli
–söylememe gerek var mı bilmiyorum
ama- çikolata renkli müzisyen Anthia
ve grubu size çok iyi vakit geçirtecek,
bunun garantisini veriyorum. Kulübün
barında ise taze sıkılmış olan şeker
kamışı suyu ve romdan oluşan kokteylin
yanında üç büyükler olan Cuba Libre,
Daiquiri, Pina Colada ve Mojitoyu
da tatmanız mümkün. Mojito yüksek
ihtimal malumunuz olduğuna göre
Cuba Libre’nin kola; Pina colada’nın
ananas suyu ve hindistan cevizi kremi;
Daiquiri’nin ise öğütücüden geçirilmiş
buz, şeker şurubu ve “Lyme”nin beyaz
rom ile karışımından yapıldığından
kısaca bahsetmeli. Benim kişisel
tercihim hangisi diye soracak olanlara
Hemingway ile aynı fikirde olduğumu
söyleyerek rahatlıkla “favorim daiquiri”
cevabını verebilirim.
Plaza Armas’tan Parque Central’e
doğru uzanan Obispo Caddesi size tam
da El Capitolio’nun önüne çıkaracak.
Yol üzerinde Hemingway’in favori
barı El Floridita’da dinlenip Daiquiri
takviyesi yaptıktan sonra El Capitolio’yu
gezebilirsiniz. Burası devrim öncesi
Batista’nın başkanlık konutu olarak
kullandığı, 1929 senesinde inşa edilmiş
tarihi parlamento ve senato binası.
90 metre yüksekliğindeki kubbesi,
sütunları ve rengi ile Beyaz Saray’ın
bir replikasıymış izlenimi veren bu
binayı eski Havana’da dolaşırken çoğu
kez yolunuzu kaybettiğinizde bir yön
bulma aracı olarak da kullanacaksınız.
Olağanüstü ihtişamlı merdivenlerle
ulaşılan binanın girişinden hemen sonra
Cumhuriyeti simgeleyen pirinç bir kadın
heykeli var. 18 metre yüksekliğinde 50
ton ağırlığındaki bu heykel dünyanın
üçüncü en büyük iç mekan heykeli.
Bu heykel de -babasının başından
doğduğu için aklı simgeleyen- tanrıça
Atina’nın yerli bir projeksiyonu.
Küba’daki ismi ise “Lili Valty”.
Batista’nın koltuğuna oturup hatıra
fotoğrafı da çektirdiğinize göre
Capitolio’da fazla vakit kaybetmeden
kendinizi artık eski Havana sokaklarına
atmanın zamanıdır. Çünkü gerçek hayat
sizi burada bekliyor.
Derinlere, özellikle Central Habana’ya
doğru ilerledikçe ve turistler seyreldikçe
gerçek La Habana’da olduğunuzu
hissedeceksiniz. Çoğu devrimden önce
ve kolonyal dönemde inşa edilmiş olan
bu binaların her biri ve barındırdıkları
detaylar gerçekten görmeye değer.
Büyük çoğunluğu geçen sürede son
derece bakımsız kalmalarından ötürü
bitap halde olsa da hiç şüphesiz
neredeyse hepsi için “minare yıkılsa
da mihrap yerinde” demek mümkün.
Malumunuz, kolonyal mimari ikinci sınıf
mimari demek. Çünkü, o yıllarda ancak
kendi ülkelerinde dikiş tutturamamış
ikinci sınıf mimarlar, çok genç ve
tecrübesiz olanlar ya da gözden
düşmüşler ülkelerini bırakıp binlerce
kilometre uzaklıktaki kolonilerde
çalışırlarmış. Dolayısıyla kolonilerde
mimari bir parça “kitsch”. Kaba olmasa
da gelişmiş bir estetik duygusundan
yoksun olduğu da söylenebilir.
Havana’da da bu durum belirgin tabi.
Ama tek tek binalara baktığınızda
hakim olan bu ikinci sınıf estetik
hissi binalar bir bütün olarak içindeki
insanlarla beraber değerlendirilince bir
harmoni duygusu ortaya çıkıyor.
Turistik alan dışına çıktığınız için bu
bölgede –kalem ve sabun isteyenler
dışında- sizden fotoğraf çektirmek, yol
tarif etmek gibi hizmetleri karşılığında
sürekli para talep eden insan sayısı da
azalmış olacak ve yaptığınız sohbetlerle
Habenerolarla kaynaşma şansınız
olacak. Batıya doğru Eski Liman
yönünde ilerlerseniz küçük ama çokça
dünya şampiyonu çıkarmış bir boks
okuluna denk geleceksiniz. Buradaki
atmosfer, her yaş grubundan öğrenci