Dergi Bursa Aralık-2011 - page 78

76
uzaktaki yakın
tercihleri sek romdan yana - küçük
çantalı genç kızların olduğu bir bar
görüyorsanız bu müzik evininin fuhuş
amaçlı olduğunu, kimsenin mojito
içmediği bir bara denk geldiyseniz de
gerçek bir müzikholde olduğunuzu
anlayabilirsiniz.
Havana’da geçireceğiniz 3-4 günlük
süre içerisinde günübirlik kaçıp
palmiyeler, yeşil deniz ve beyaz kumun
tadını çıkarmak için yarım saat uzaklıkta
olan “plaja del este”ler yani doğu
plajları görülmeye değer. Bir takım
nokta atışlar yapmak da mümkün.
Örneğin İsa Heykeli’ne gidilip Havana
manzarası karşıdan izlenebilir, Museo
De Bellas Artes yani Güzel Sanatlar
Müzesi gezilebilir, Obispo Caddesi’nde
yer alan Ambos Mundos Otelinin
terasında güzel bir akşam yemeği
yenilebilir, La Rampa Caddesi’ndeki
“La Zorra y El Cuervo” caz barına
uğranabilir, Park Central’deki
kafelerden birinde oturup Down Town
trafiği seyredilebilir, meşhur Coppelia
dondurmaları tadılabilir, Melia Cohiba
Oteli’ndeki pizza restoranında İtalyan
mutfağı ile hasret giderilip Plaza
Vieja’daki Avusturya birahanesinde
demlenilebilir, bir başka akşam yemeği
de “Strawberries & Chocolate” filmine
mekan olmuş Centro Habana’daki La
Guarida restoranında yenilebilir ve eğer
ziyaretinizin tarihi denk gelmişse her
ayın son pazarı Almandares nehrindeki
amfi tiyatroda tüm öğleden sonra süren
caz konseri de izlenebilir.
Aslında çok da büyük olmayan bir
ülke olmasına karşın gezilip görülmesi
gereken çok fazla şehir ve mekan
olduğundan bahsetmek mümkün.
Bunun için ya toplu taşım araçlarını
kullanmanız, ya araç kiralamanız ya
da bir taksi ile anlaşmanız gerekecek.
Toplu taşım hem ulaşım konforu
olmaması, hem de saatlerinin yeterli
sıklıkta gerçekleşmemesi nedeniyle
pek de önerilecek bir seçim değil.
Şehirlerarası yollarda tabelalandırma
çok başarılı olmadığı için araç
kiralamak da yine aslında çok iyi bir
fikir gibi görünmüyor. Sıkı bir pazarlıkla
bir taksici ile anlaşmak sanırım en
doğru seçim olmalı. Böylece kaybolma
riskini bertaraf edip bir de kendinize
yerel bir rehber edinmiş olma şansınız
olacaktır.
Adanın batı ucunda yer alan Pınar del
Rio bölgesi kırsal yaşamı ve adanın
doğal güzelliklerini merak edenler
için iyi bir tercih. Bu bölge dünyanın
en iyi tütünün yetiştirildiği yer olarak
biliniyor. Pinar del Rio yollarına
düşüp bu zahmete girdikten sonra
ise Vinales vadisinde sizi dünyanın
en büyük tablosu karşılayacak. Çok
büyük bir kireç taşı kayasının sarp
yamacına yapışmış olan 180 metre
genişliğinde, 120 metre yüksekliğinde,
evrim teorisini konu edinen “El Mural
De La Prehistoria” isimli 1961 tarihli bu
fantastik resmin yaratıcısının adı ise
Gonzales.
Ters istikamette adanın batısına doğru
yönelirseniz ise mutlaka görülmesi
gereken üç durak sırasıyla Cienfuegos,
Santa Clara ve Trinidad şehirleri.
Cienfuegos 125 bin nüfusa sahip
bir şehir. Küba’nın en açık tenli
insanlarının yaşadığı bu kent hem
halkı, hem coğrafi konumu, hem de
sakinlerinin denizle ilişkisini belirleyen
kordon boyu nedeniyle bizim İzmir’e
benziyor biraz. Kordonda çok şık ve
estetik evler mevcut. Kolonatların
en zarif örneklerini yine burada
görmek mümkün. Şehirde mutlaka
görülmesi gereken yerlerden biri de
mezarlarının üstü sıradışı heykellerle
donatılmış olan Reina mezarlığı.
Tomas Terry adlı tiyatro binası ve
kordon boyunda yer alan Valle
Sarayı ise gerçekten çok etkileyici.
Gotik ve Barok izler taşıyan bu saray
biraz şaşırtıcı olacak ama Endülüs
mimarisinin etkisi altında yapılmış
ve ahşap malzeme haricinde herşey
eski kıtadan taşınmış. Cienfuegos’un
devrim tarihindeki önemli olay ise
kısmen devrimcilerin etki alanına
giren orduda Batista’ya karşı ilk
ayaklanmanın buradaki donanma
subayları tarafından gerçekleştirilmiş
olması. 200 bin nüfuslu bir başka Küba
şehri olan Santa Clara ise zamanında
yaşadıkları Remeidos denize yakın
olduğu için sıklıkla gerçekleşen korsan
saldırılarından bıkan kent sakinleri
tarafından yeni güvenli bir yerleşim
yeri olarak denizden içeride bir alanda
konumlanmış bir şehir.
Bu şehrin devrim tarihindeki önemi
büyük. 1958 Aralık’ının sonunda şehri
kuşatan Che’nin gerillalarını durdurmak
için gelen Batista’nın silah, asker
ve mühimmatı ile dolu tren şehrin
girişinde durdurulmuş. Askerler esir
edilirken silah ve mühimmat gerillanın
eline geçmiş ve hemen akabinde de
şehir düşmüş. Böylece Küba ikiye
bölünmüş olunca merkezi hükümetin
ülkeyi kontrol etmesi de imkansız hale
gelmiş. Santa Clara düşünce Batista
her şeyin bittiğini anlamış ve o akşam
özel uçağı ile Dominik Cumhuriyeti’ne
kaçmış. Santa Clara, Batista
yönetimine konulan son noktanın
simgesi olduğu için “Devrimin Kenti”
ismini de hakediyor. Yine aynı sebepten
Bolivya dağlarında öldürülen Che’nin
cenazesi yıllar sonra ortaya çıkarılınca
silah arkadaşları ile birlikte bu kentte
adına yapılan mozoleye getirilmiş. Bu
mozolede Che’ye askıdaki kırık kolu
ve tüfeği ile dağda birliğinin başında
yürürken gösteren bir anıt heykeli var.
Mozole oldukça sade ve alçakgönüllü
ama bir o kadar da etkileyici. Önünde
yer alan eternal (sonsuz) ateş hem
Che’nin, hem de devrim ve bağımsızlık
için hayatını kaybetmiş tüm meçhul
askerlerin ölümsüzlüğünü simgeliyor.
Heykelin altındaki bölmede ise Che
Guevara’nın ve silah arkadaşlarının
kemikleri küçük kutular içinde duvarlara
gömülü halde. Mezarlığın karşı
kısmında ise Che’nin özel eşyaları,
fotoğrafları, silahları ve mektuplarının
olduğu koleksiyonu barındıran oldukça
zengin bir müze de mevcut. Küçük bir
dipnot: içeride fotoğraf çekmek yasak.
Sadece bu değil her türlü elektronik
cihaz ve çanta ile giriş izni de yok.
Doğuya olan yolculuğunuzda
önereceğim son durak ise Unesco
Dünya Kültür Mirası Listesi’nde koruma
1...,68,69,70,71,72,73,74,75,76,77 79,80,81,82,83,84,85,86,87,88,...140
Powered by FlippingBook