95
UZMANLAR kronik yorgunluğun
Amerika’da çok yaygın bir hastalık
olduğunu, ülkemizde ise yeni yeni
yaygınlaştığını düşünüyorlar. Fakat
ben aynı fikirde değilim, zira kiminle
konuşsam aynı şeyleri işitir oldum.
Hani bazı şeyler üst üste gelir ya...
İş, stres, acı kayıplar ve hormonal
değişikliklerimiz işte genellikle bu
zamanlarda ortaya çıkıyormuş. Bundan
yaklaşık altı ay öncesine kadar ben
de aynı sorundan muzdariptim.
Radikal bir kararla evden çalışmaya
başladıktan sonra bu durumun yavaşça
ve kendiliğinden ortadan kalktığını
gördüm. Ama üzülmeyin illa ki böyle
bir karar vermek zorunda değilsiniz.
Zaten bu rahatsızlık uzun süreli
değilmiş, yaklaşık beş altı ay sonra her
şey normale dönüyormuş. Kim inanır?
Ve bununla baş etmenin yolu da iş
stresimizi azaltmaktan, sorumlulukları
paylaşmaktan, daha sakin olup, kötü
alışkanlıkları bırakmaktan geçiyormuş.
Aman ne kolay değil mi?
Biliyorum, her gün kalkıp kahvaltı
hazırlamak, etrafı toparlamak,
kendimizi ve eşimizi işe ve belki
çocuğumuzu da okula hazırlamamız
gerekiyor. Sonra trafikle baş etmek,
daha işyerine varmadan yorulmak…
O soğuk plazaların, iş merkezlerinin,
binaların penceresiz odalarında belki
de metrekareye bir insan düşen
bölmelerinde, o sinir bozucu telefonları,
eski model bilgisayarlarımızı açmak
zorundayız.
Biliyorum, faks - fotokopi çekmek,
yemekhanede yemek almak, tuvalet
ihtiyacımız için bile kuyruğa girmek
zorundayız. Her zaman özenli olmalı,
kibarlığımızı elden bırakmamalı,
saygılı, uyumlu bir tavır sergilemeli, en
sinirli anlarımızda bile çözüm odaklı
olmalı, sakın ha pozitif, güleryüzlü
maskelerimizi yere düşürmemeliyiz.
Öğle arasında kadınlar yeni gelen kızı
çekiştirip, şirket dedikoduları yaparken,
erkekler boyunlarındaki zincirlerini
gevşetip, futbol geyikleri yapabilirler.
Ama mesai saatlerine dönünce beyli
hanımlı konuşmaya devam etmeli,
ciddiyetimizi bozmamalıyız. Günaydın,
iyi akşamlar klişeleri dışında konuşmak,
fazla gülmek, ağlamak, dokunmak,
şakalaşmak, yakınlaşmak yasak.
Verilen işleri zamanında teslim etmek,
en mutsuz günümüzde bile o çekilmez
toplantıları yapmak zorundayız. 6’yı
bir geçe kafamızı izole edip artık evin
eksiklerini, ne yemek yapacağımızı
düşünmek, çocuğu okuldan almak
zorundayız.
Kronik yorgun olmayacağız da
ne olacağız sanki? Sonra tabi
Pazartesi’den Cuma’ya geri sayım
yaparız, Cuma’dan itibaren Pazartesi’yi
hatırlatacak her şeyden kaçarız. Tatil
için yaşıyoruz itiraf edin, tatil için
çalışıyoruz. Bayramları, yıllık izinleri
nasıl da iple çekiyoruz. Resmen
masamızda duran o ucube reklamlı
takvimlere çentik atmak için günlerle
yarışıyoruz. Tatillerde de aranmasak,
sorulmasak bile çoğu zaman kafamız
yeni proje sunumunda, patronun son
tavrında, iş arkadaşımızın bize karşı
olan tutumunda, hep orada oluyoruz.
Bavula çoğu zaman işimizi de koyup
gidiyoruz, belki de hiç gidemiyoruz.
Biraz şikâyet edince de “en azından
işin var”, “olsun iş iştir”, kalıplarına
mazur kalıyoruz.
Lise yıllarında gittiğim bir türkü kafe
vardı. Gündüz saatlerinde iki kişinin
çıkıp birinin bağlamayla birininse gitarla
müzik yaptıkları vasat bir mekândı.
Orada o adamlar, anlamını yıllar sonra
çözdüğüm fakat ilk dinleyişimden
itibaren her duyduğumda içimde
isyankâr bir tavır yaratan bir şarkı
söylerlerdi. Sanırsınız yıllarca 9-6
yollarında çalışmış memurduk hepimiz.
Öyle içli, öyle derinden söylerlerdi
ki, her gittiğimde peçeteye yazıp
illa ki istek yapardım "9-6 yolları"nı.
Eşlik ettiğim o Efkan Şeşen şarkısının
anlamını sabah 9 akşam 6 çalıştığım
yıllar içinde tecrübeyle öğrendim.
"Umutlar bir kasada, sıkışmış bir
masada / Dokuz altı yollarında oy,
bir ömür geçer buralarda" "Dokuz
altı yollarında, bir zincir boğazımda /
Sıkar sıkar gevşetemem, ağlayamam"
diye devam eden şarkıda nasıl da
anlatmış bizi Efkan Şeşen. Sonu
olmayan çalışma tempomuzun
gelecek umutlarımızı nasıl körelttiğini,
duygularımızın, yaşamak istediğimiz
güzelliklerin erişilmezliğini, sahip olmak
istediklerimizin bu sistem içerisinde
nasıl imkânsızlaştığını vurgulayarak…
“Ayda yılda bir kaçamak, kaçsak bile
yaşamamak / Dokuz altı yollarında
gülmek yasak” derken az önce
bahsettiğim tatil meselesi konusunda
da haksız olmadığıma sevindim. Bunları
işten soğuyun diye anlatmıyorum,
kalkıp girişimcilik planları yapın diye
de değil. Zaten hepimiz biliyoruz ki bu
bir çark, dişlileri de biziz. Biz olmazsak
dönmez o çark. Nasıl bir çarksa
milyonlarca kişiyi hapseden!
Diyeceğim o ki dostlar, başta
kendimize olmak üzere milyon
tane sorumluluğumuz, yaşamak
için zorunluluklarımız var. Bunları
karşılamak için ise önce bireysel
güce ve işe ihtiyacımız… Hani o hep
hayalini kurduğumuz sahil kasabasına
gidip, organik tarım yapmaya daha
çok zaman varsa yani bu diyardan
şimdilik gidemiyorsak, bu deveyi
güdeceğiz, başka çaresi yok, o işe
kalkıp gideceğiz! Tabi bunu yaparken
yıpranma payımızı en aza indirgemek,
halet-i ruhiyemizi sağlıklı kılmak
ve kronik yorgunluk sendromuna
kapılmamak için mümkün olduğunca
kendi kendimizin telkincisi, psikologu
olmamız gerek. Ve belki de bu
düzenin bize güvende olduğumuzu
hissettirdiğini, bunu herkesin yaptığını,
daha kötü durumda olanları, çarkı kabul
eden taraf olup “eh en azından işimiz
var” diye düşünmek… Ama siz yine de
dokuz altı yollarında yürürken, içinizde
şarkı çığıran isyankârı tamamen
susturmayın, çünkü o da sizsiniz.
Hemzemin’de buluşmak üzere,
sevgiler.