98
köşe
Yanılgıyla başlarken kişi hayatına,
kendi yaşadıklarını unutmuşçasına,
çocuğuna benzer bir insanlık
kaderi yaşatacağından habersiz
davranır. İçinde yaşanan zamanı
içselleştirebildikçe artan aidiyet
duygusunun neticesidir bu.
Dünyaya gözlerini açmadan ilk sualleri
ile anne karnında karşılaşır insanoğlu;
cinsiyeti nedir, adı ne olacak, boyu
posu pek önemlidir. Sağlıkla doğsa
da bir rahat yüzü görse kendisi. Adı
konması halinde bunun anlamı nedir,
nereden gelmektedir soruları devam
ederken, kendi dünyasında kendi
sorguları başlar bu kez.
Yürümek için uğraşır, adım atar, yere
düşer, etrafındaki gürültülü insanları
anlayamaz, onlara derdini bir türlü
anlatamaz. Bir konuşsa rahatlayacaktır,
konuşmaya başlar, sonra soru
sormaya; insan olmanın dayanılmaz
sorgulama mantığı işte daha o yaşlarda
peydah olur. “O ne, bu ne, neden,
niye, ama neden… vb.” Ardı ardına
yüzlerce soru sormak sıradandır, bir
öğrense rahat edecektir her şeyi. Büyür
okul vakti gelir, herkes gibi o da okula
gitse, renk renk kalemleri, defterleri
olsa diye umut eder. Umut bu hep bir
yerden beklemek, hep hayalini kurmak
gerek. Okula başlar, okumayı sökse
rahat edecektir. Lisede idealindeki
(sadece kendi ideali olması değil,
toplumsal statüsü ideal olan) bir okulu
kazanma umuduyla ders çalışmaktadır.
Kendinden çok umutludur, lisede her
şey çok güzel olacak derken, sınav
gelip geçer ve kendini üniversiteye
hazırlanırken bulur. Bu sahneyi daha
birkaç yıl önce yaşamış olmasına
rağmen yine testmatik kıvamında ders
çalışmakta ve hayallerindeki mesleğe
ulaşmak için üniversiteyi kazanmak
istemektedir.
İşte tam bu aşamada sorular, sorgular
yine başlar; hangi üniversite, hangi
bölüm, çok bilinen bir alan dışı tercihse
“tüh”tür haline, bari bir öğretmen olsa...
Sanki herkes öğretmen olabilir, ya da
öğretmenlik kolay bir iş gibi. Ya da
benzeri benzetmeler avukat, doktor,
temel mühendislik alanlarından biri...
Kız öğrenci için eczacılık en idealidir.
Gencimiz bir umut çalışır üniversiteyi
kazanmak için bu sefer olacak, bu son
adımdır, artık kendi ayakları üzerinde
duracağı zaman gelmiştir.
Hiçbir şey hayal edildiği gibi değildir ne
yazık ki; okul biter iş aranır, er kişi için
asker yolu görünür, askerden dönülse,
iş bulunsa bir rahata erilecektir. Yeni
mezun genç bunun için çok umutludur,
işi olacak daha ne olsun derken iş
bulunur, konu komşu doğduğu günkü
merakla sorarlar: “Düğün ne zaman?”
Kimsenin umru değildir gencin fikri,
seçenekleri, bu devirde üç kuruşla nasıl
geçinecekleri. Olmalıdır. Her sorun
çözülmüş ve tam zamanı gelmiştir. Dış
çevrenin içselleştirdiği bu karmaşa
hali ile nikah masasına oturan gencin
yüzündeki ifade “burası neresi,
neler oluyor burada” şeklinde olsa
da soruların sonu geldiği umuduyla
gülümseyerek imzalar kendine uzatılan
defteri. Bir de sesinin var gücüyle
“evet” der, malum tüm soruları
cevaplamıştır bu hayatta.
Bir iki yıla kalmadan yeni bir soru çıkar
ki karşısına işte bütün soruların temel
taşı; bebek ne zaman geliyor? Neden
gelsin, nereye gelsin, bunca sorunun
orta yerine neye cevap vermek için
gelsin? diye düşünen sorgulanmış
nesil, kendileri aşağıdaki cümleyi
kurarken bulur;
“Şu 9 ay geçsin, bebeğimiz sağlıkla
doğsun, hayat ne güzel olacak!”
İnsan olmanın en büyük handikabı bu yanılgıyla başlar. Kendi hayatı içinde kavrulup giden iki insan,
hayatlarını birleştirmeye karar verip yetmiyormuş gibi üstüne bir de çocuk eklemek istediği anda,
sarpa sarma hali vuku bulmaya çoktan başlamıştır bile...
Şu 9 ay
geçsin
hele...
Dilek Şen