96
kavram defteri
Hakan Akdoğan
“ESMER, arkaya taranmış, siyaha
çalar saçlı, ince dudaklı, üst dudağıyla
ufak burnunun arası biraz fazla açık,
kulakları kabarık, alnı darca, bütün
güzelliği, koyu kestane, Moğolumsu
çekik gözlerinin biraz hüzünlü
manasında toplanmış, ufak tefek, temiz
giyimli, çoğumuzun aksine, kravatlı bir
gençti”, diye anlatır Ziya Osman Saba,
onunla Galatasaray Lisesi’ndeki ilk
karşılaşmalarını “Cahit’le Günlerimiz”
adlı yazısında.
Dil işçiliğine dayalı şiir anlayışının
yerleşmeye başladığı bu lise yıllarında
yayınlanır ilk şiirleri. Şiirin “Kelimeler ile
güzel şekiller kurma sanatı” olduğunu
söylerken “Şairin hisleri, fikirleri,
hayalleri, dünya görüşü, felsefesi,
şahsiyeti, her şeyi şiirde belli olur” da
diyerek kullanılan her kelimenin hem
biçimsel hem de anlamsal açıdan
önemi üzerinde durur.
Cahit Sıtkı Tarancı ‘nektar’ peşindedir.
Gereksiz ayrıntılardan uzaklaşma
eğilimindedir. İnsana ve doğaya dair
güçlü simgeler görülür şiirlerinde.
“Yalnızlık” adlı şiirinin ilk iki dizesi güzel
bir örnektir.
“Geniş, siyah gölgesi hayatımı
kaplayan,
Tepemde kanat germiş bir kartaldır
yalnızlık.”
Yalnızlık duygusu Cahit Sıtkı Tarancı’nın
tüm şiirlerine sinmiştir. “Kimsecikler
duymadan bir kapı açıp gitsem” dizesi
Ahmet Hamdi Tanpınar’ı derinden
etkilemiştir. Ancak onun yalnızlığı
kalabalıkların içindeki yalnızlıktır.
Robenson gibi toplumdan kaçmaya
özlemini açık açık dile getirse de böyle
bir eğilimi olmamıştır.
“Robenson, akıllı Robenson’um / Ne
imreniyorum sana bilsen! / Göstersen
adana giden yolu, / Başımı dinlemek
istiyorum.
Ben gemi olurum sen kaptan ol, /
Yelken açarız bir sabah vakti / Güneşte
gölgemiz olur deniz / Yolculuk! /
Derken adamızdayız.
İsterdim tercümanım olasın, / Tanıtasın
beni balıklara / Vahşi kuşlara ve
çiçeklere, / Bizdendir diyesin benim
için.
Ağaca çıkmasını bilirim, / Tanırım
meyvanın olmuşunu, / Taş kırmak da
gelir elimizden, / Ateş yakmak da, aş
pişirmek de.
Robenson, halden bilir Robenson /
Adan hala batmadıysa eğer, / Alıp
götürsen beni oraya, / Deniz yolu
kapanmadan evvel!”
Şiiri insan ve doğa ekseninde
bireysellikten toplumsala doğru bir
hareket olarak yorumlar. Bireyin
yalnızlığını ve acılarını anlattıkça
toplumun sözcüsü olduğunu da
düşünmektedir.
Temelde şiirde konu aramaktan yana
değildir. “Sanat yapıtında güzelliğin
bahsedilen şeyden fazla ondan nasıl
bahsedildiği keyfiyetiyle ilgili olduğuna
inanmışımdır… demek istediğim,
konuya kesinlikle önem vermemeli”
diyerek bu düşüncesini açıklamıştır.
Bulut, bahar, yaz, kış, buz, çığ, deniz,
orman, yeryüzü, aydınlık, gece,
gündüz, kuş, balık, turna, kartal, martı,
kırlangıç, kurt, sarmaşık, yosun, ayva,
nar, duvar, ayna, anahtar, çeşme gibi
çevresini anlatan çok çeşitli sözcüklerin
yanı sıra düş, ölüm, ruh, sevda gibi
iç dünyaya ait sözcükleri de sık sık
görürüz. Kimi zaman bu içsel ve dışsal
sözcükleri eşleştirir. Özellikle ‘ayna’
yalnızlığını ve ölümü vurgulayan güçlü
bir metafordur.
Cahit Sıtkı Tarancı fiziksel olarak
kendisini yeterli bulmamaktadır.
Yakışıklı olmadığını defalarca dile
getirdiği olmuştur. Karşı cinsle kolay
iletişim kuramayaşının nedenini böyle
izah eder. Sevgilisi olmayışını buna
bağlar. Aynalarda yakışıklı olmadığını
görerek hüzünlenir:
“Aynalar, aynalar sevgili aynalar,
Yok beni anlayan, seven sizin kadar.
Öldükten sonra da, yine sizin kadar,
Kim beni düşünür, hayalimi saklar?
Aynalar, ne olur, siz yalnız aynalar.”
Mezarlık şiirinde de mezarlığı ayna
olarak görür:
Ayna, gizem,
yalnızlık, Tarancı…
“Bütün bal arıda kaldı” dizesiyle biter “Sanatkârın Ölümü”. Kırk altı yaşında öldüğünde yapabileceği
muhteşem lezzetteki balları da yanında uzaklara götüren bir arı gibidir Cahit Sıtkı Tarancı. Yaş otuz beş
olunca yolun yarısına gelindiğini söylediğinde şiir yazmak için kendisine sadece on bir yılı kalmıştır.